07 Şubat 2022

07.02.2022: Ayrıntıları fark etmesem de olur

Kategori: Blog

Leselya Koko

07.02.2022

Bu sabahın pek de keyifli başlamadığını söylemekten zarar gelmez herhalde. Şikâyet ettiğim falan yok tabii, Pazartesi günlerinin rutin karamsarlığına alıştım sayılır. Hafta ilerledikçe dinç hissedeceğimden, ve şimdi gözümde bir çığ gibi büyüyen sorumluluklarımı ustalıkla (çırak bir ustalıkla) ele alacağımdan şüphem yok. Yine de şu ilk günün bir kez olsun başım ağrımadan başlamasını isterdim.

Dün aldığım karara göre artık yazdıklarımı ciddiye almayı bırakacağım. Daha doğrusu, bırakmaya çalışacağım. Çünkü bunda herhangi bir fayda görmekte zorluk çekiyorum. Karmaşık düşüncelerimin kâğıtta girdiği şekillere bakıp da kendim hakkında kanılara varmayı kesmem gerekiyor. Evet, birilerine yetişmek için önümde uzanan görünmez yolda koşmama gerek yok. Bana kimse “Bayan Austen ya da Woolf Hanım.” demeyecek. Hatta seçme şansım varsa, soyadımı bile bir kenara koymayı isterim. “Fatma deyin.” diye direteceğim. “Yalnızca Fatma. Diğerleriyle karıştırsanız da sorun değil.”

 

Derslerim bittikten sonra bir arkadaşımla buluşmak üzere okulun ana kampüsündeki kafeye indim. Ona uzattığım yoga yapan kurbağa biblosunu görünce ufak koyu kahverengi gözleri minnetle doldu. “Alabileceğin en saçma hediyedir herhalde.” dedim. “Yine de ben yokken yanında dursa iyi olur.” Birkaç samimi teşekkür sıralayınca onu böyle sevinçli görmekten dudaklarıma memnuniyetimi belli eden bir gülümseme yayıldı. Fakat maske yüzünden mimiklerim seyirciye açık değildi. Olsun, yoga yapan bir kurbağanın etrafa coşku saçması rahatlatıcıydı. 

 

Beyaz, tertemiz arabasına bindiğimiz gibi benim hazırladığım ‘Murakami Okurken’ isimli çalma listesini açtı. Şimdi John Lennon’dan Beautiful Boy çalıyordu ve öğle güneşi hemen tepemizde parlıyordu. Festival filmi izlemek için doğru bir gün seçmiştik. Ben Amerikan Romanı hocamla yaşadığım, içime işlemiş bir tartışmadan bahsederken o da düşüncelerimi tartıyor, üstüne kafa yorduğu düzgün cümlelerle karşılık veriyordu. Böyle mantıklı ve objektif konuşurken bile bana destek olmaya devam etmesine sevinip koltuğa iyice gömüldüm. Araba Kocatepe Camii’nin yanından geçip otoparka girdi. “Benim gibi pek çok sınırı olan biriyle vakit geçirmek sıkıcı mı?” diye sordum. O sırada bilet alıyordu, ne dediğime önce anlam veremedi. Eh, soru sormak için doğru vakti bulmakta pek de başarılı değildim. “Hayır.” dedi. Ardından pek çok mantıklı argüman ile bana benimle geçirdiği kaliteli zamandan ve sanatla alakalı sohbetlerimizden bahsetti. “Hayır.” demişti. Şimdi gülümsemem maskemin üstünden de okunabilirdi.

 

6 numaralı sinema salonuna girdik. Bir köşede kasketli bir amca, öbür köşede de iki genç kız oturuyordu. Arkadaşım ve ben yerimize geçip çıkacak reklamları beklemeye koyulduk.

Seyredeceğimiz film Drive My Car idi. Haruki Murakami’nin 30-35 sayfalık bir hikâyesinden uyarlanmıştı. Ve… evet… Haruki Murakami’nin 30-35 sayfalık, aynı ismi taşıyan meşhur hikâyesinden uyarlama bir film…idi… Hakkında bildiklerim bu kadardı. Murakami’nin isminin yer aldığı bir projeyi Shakespeare dersimi asıp izlemek için daha fazla araştırma yapmama gerek yoktu.

 

Filmin ilk 40 dakikası kurnaz bir şekilde seyirci elemek için yapılmış olmalıydı ki zaten bomboş olan salon daha da serinledi. Arkadaşıma dönüp yaptığı mimiklerden izlediğimiz sahnelerden keyif alıp almadığını gözlemlemeye çalıştım. Fakat gözlüklerim takılı olmasına rağmen başarılı olamadım. Araya girinceye dek sesimizi çıkartmadan karşımızdaki deneysel, sarsıcı ve zaman zaman irite edici olan filmin ayrıntılarında kaybolup gittik.

 

“Başta beni çok içine çekmedi.” dedi. “Ama şimdi sonunda ne olacağını çok merak ediyorum.” Çıktığımız karanlık salonun ardından karşılaştığımız gün ışığı yüzünden gözlerimizi kısmıştık. “Ben de.” diyerek fikirlerine hak verdim. Hava almak için Büyülü Fener Sineması’nın etrafında geziyorduk. “Haydi içeri girelim.”

“Evet, kadın ne demek istemişti merak ediyorum.”

“Ve altyazı olmayan sahnelerde ne anlatıyordu acaba!”

 

Muzip bir yönetmen, Haruki Murakami’nin huysuz kedi kimliğini smokin diye üstüne geçirmiş. Lafı dolandırmıyor bile. Dolandırılacak bir laf ortaya koymuyor. Kurnaz adam.

 

Yaklaşık 3 saat süren filmin yarısında, hiç sesin çıkmadığı bir sahne vardı. İşte o sahneyle senkronize bir şekilde Kocatepe Camii’nden yükselen ezan sesini duyunca arkadaşımla göz göze gelmeden edemedik. Doğa üstü bir olay yaşanıyormuş gibi kıkırdadık ve şahit olduğumuz mucizevi anı not edip kafamızdaki duvarlardan birine çiviledik. Birkaç gün evvel okulun çatısının kenarında korkusuzca yürüyen yaşlı amca anımızın yakınlarına.

 

Film bittikten sonra üstüne konuşmak yerine 180 dakikalık şöleni sindirmek için birbirimizde zaman verdik. Girdiğimiz çizgi roman dükkânındaki adam elimize kısa bir çocuk kitabı sıkıştırdı ve okumamızı nazikçe emretti. Sanki onu anlayacak türde birileri bulmuştu, mutluluktan havalara uçuyordu. İki çatlak üniversite öğrencisi.

Kitapta şöyle bir cümle geçiyordu: “Küçük ayrıntılar fark edilmek için değildir.” Ardından gelen ifadelerle anlamı değişime uğrasa da ben bu cümleyi olduğu saf şekilde aklıma kazıdım. Fark etmeme gerek yok.

 

Aynı çalışan birkaç hafta evvel önüme aniden düşen kitap yüzünden sendelediğimi görünce “Hayalet kedimizle tanışmışsın.” demişti. “O, sana yakıştırdığı kitapları önüne fırlatır. Korkmana gerek yok.”

Ve ben hayalet kediye, tüm kalbimle inanmıştım. Öyle derinden inanmıştım ki, adam kendini açıklama ihtiyacı hissetmişti: “Şaka yapıyorum tabii ki.”

 

Bugün metroya bindiğim gibi bitiverdi. Pazartesi ile Salı’nın arasındaki dingin akşam vaktinde yazıyorum. Ucu açık biten filmin karakterlerinin ne yaptığını hiç ama hiç merak etmiyorum.

Bir yorum yapın

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz.