Bir Jane Austen romanı sabahından çok uzaktı o sabah. Hayır, Mr. Darcy henüz cümlelerini toparlayamamıştı ve Emma Woodhouse uyanıp da çöpçatanlık yapmaya başlamamıştı. Zaten Güneş, gözaltı kırışıklıklarına sürdüğü kremin kokusundan hoşnut bir şekilde kıpırdanırken enteresan rüyalar görüyordu. Bu rüyalar öyle çok umut verici ve büyüleyici değildi ama, inanılmaz derecede irite edici de değildi. Biraz huzursuzluk verici olduklarını söylemek uygun olurdu sanırım.
Mesela bir rüyasında Güneş kendisi değil, büyük sarı kafalı bir adamdı. Kellik sorunları olan, sıradan bir adam. Ve sokağın birinde yürüyordu, elinde tuttuğu çantada Allah bilir kaç belge vardı… Etrafındaki insanları inceliyordu. Kiminin saçı uzundu, kiminin kısa, ama hepsi bir şekilde birbirini andırıyordu. Şu sarı saçlı kanişe benzeyen kadınla öteki kaldırımda oturan ve bir Staffordshire Bull Terrier’e benzeyen adamın dişe dokunur hiçbir farkı yoktu.
Dükkânlar sıra sıraydı. Birinin tabelasında ‘avize’ ötekinin tabelasında ‘büyük numara ayakkabılar’ yazıyordu. Ama Güneş onları ayıramıyordu. Tek yumurta ikizi gibi aynı somurtuyorlardı. Ve “Bugün, dündür.” diye ahkâm kesiyorlardı. “Bugün dündür, kesinlikle bugün değildir. Belki yarın olabilir.”
Yürüyordu işte, Güneş. Rüyası bu kadardı. Özel değildi, güzel değildi, korkunç değildi, olağanüstü değildi. Griydi. Gökyüzünün o anki hali gibi. Kambur Duramayan Kız gibi griydi.