15 Şubat 2022

15.02.2022: Hırsız kediler, bilet hırsızı kediler

Kategori: Blog

Leselya Koko

Bugün düne kıyasla daha soğuktu. Pek de hayat dolu olmadığım için üstüme ne bulduysam geçirdim. Gri bir kot pantolon, siyah bluz ve hırka. Tabii bir de bana 2 beden büyük, dizimin altına kadar uzanan montum. Okula gidinceye dek derste işlenecek konulara göz atıp müzik dinledim. Fakat devamlı benzer ezgiler duymak damağımda acı verici bir his bırakıyordu. Tanıdık sesler, bilindik sözler; bu kadarı yeterli.

 

Neredeyse öğle vakti olmuştu. Son derse girmekten vazgeçtim. 304. sınıf. Soru soran insanlarla dolu. “Uğraşmaya bile değmez. Kendim çalışırım.” dedim. Yolda bir başka arkadaşımla karşılaşınca onun da dersine geciktiğini ve girmek istemediğini öğrendim. Arabasına binip yemeğe gitmeye karar verdik. 

 

Şimdi 3 kişiydik, birazdan 4 olacaktık. Arkadaşlarım bana ne yemek istediğimi sorunca aklımdan geçen ilk şey “Hamburger!” oldu. Fakat başımı iki yana salladım ve “Siz nereye isterseniz.” dedim. Doğru olan buydu. Sonuç olarak daha önce gitmediğim bir restorana gittik ve ben de seçtiğim yemekten pek haz almasam da gülümsememi yüzümden eksik etmedim.

 

Dürüst olmak gerekirse, bugün için planlarım farklıydı. Dersimi asmıştım belki ama o saati boş geçirmek gibi bir amacım yoktu. Önce The Feminine Mystique’nin ilk bölümünün çıktısını alacak ve yakınlardaki yeni açılmış kütüphaneye gidecektim. Bol bol okuma yapıp önümüzdeki haftaların yükünü hafifletecektim. The Awakening’i yarılayıp Hamlet analizime başlayacaktım. Şansım varsa okulun psikoloji dergisi için yazacağım yazının taslağını çıkartabilirdim. Tabii karnım acıkınca hamburger yiyecektim. En sonunda da adımlarımı karşıdaki alışveriş merkezinin sinema salonuna yönlendirecek, içeri gizlice soktuğum jelibon ve kola eşliğinde insan nüfusunun yalnızca %00000,1’lik kısmının beğeneceği bir festival filmi izleyecektim. Oldukça sakin ve huzur dolu bir gün olacaktı. Öyle ummuştum.

 

Şimdi karşımda pek değer verdiğim 3 arkadaşım duruyordu. Ama zamanımı boşa harcıyor gibi hissetmekten kendimi alamıyordum. Son zamanlarda bana sık sık uğruyordu bu his. Ne yapsam, “Bunun sana ne faydası var?” diye soruyordu. “Bu konuşulanların hayatına ne yararı yahut zararı var?”

 

Yine de kötü vakit geçirdiğimi söylemek ayıp olurdu. Güldüm, teselli ettim, teselli edildim ve karnım doydu. Sonunda yollarımız ayrılınca, hala sinemaya gitmek için geç olmadığını biliyordum. Hatta yarım saatten fazla zamanım vardı.

 

Dakikalar uzadıkça uzuyor, ben kovaladıkça kaçıyordu. 1 dakika 10 dakika olmuştu, sonra 2.5 yıl. Kendimi bir kitapçıya attım. “Terapi bu.” diye fısıldıyordum bir yandan. “Hiçbirine sahip olmasam da olur. Kitaplara bakmak bile terapi. İnsanlar bunu anlamıyor.”

Raflar arasında dolanıp durdum. Neredeyse vize haftamın ortasında din araştırması yapmak için Tevrat satın alacaktım. Bir de okumaya asla vakit ayıramayacağımı bildiğim bir Japon öykü kitabı. İç çekip kendimi azarladım. Okumayacağım kitapların kapaklarında elimi gezdirip onları boş yere umutlandırmamalıydım. Yalnızca iki eser aklımı çelmeyi başarabildi. Bunlardan biri Virginia Woolf’tan Kendine Ait Bir Oda, diğeri de Anton Çehov’dan Vanya Dayı’ydı.

 

“Biletinizin yanına indirimli sinema menümüzden ister misiniz?”

Çantamdaki şekerlemeleri düşündüm. “Bilmem ki, fiyatı ne kadar?”

“Orta boy patlamış mısır ve yanında orta boy kola 34.99 tutuyor.”

“Hmmm…” düşünüyor gibi yaptım. Sanki orta boy patlamış mısır ve yanında gelen orta boy kola daha ucuz olsaymış alırmışım gibi. Sanki çantamda birbirine sürtünüp ses çıkartan şekerleme paketleri yokmuş gibi. “E yok, almayayım o zaman.”

 

8 numaralı salon. Bergman Island. Filmi kimsenin izlemeyeceği öyle belli ki bir tek onun afişini asmamışlar. Biletimi göstereceğim bir görevli yok. Bomboş salona tek başıma girip koltuğumu buldum. D-5. Hem tek sayı, hem de perdenin tam ortasına denk geliyor. Görüş açısı mükemmel. Tek sayı, tek sayı olmasına çok sevindim.

 

Vakit geçirmek için The Feminine Mystique okurken yan koltuğun içecek bölmesindeki bir buruşuk kâğıt dikkatimi çekti. Şeklini düzeltince “Bu bir bilet.” dedim kendi kendime. “Drive My Car bileti.”

 

Drive My Car’ı izleyeli 8 gün olmuş. Biletimizi arkadaşım alınca ses çıkartmadım. Oysa biletleri anı defterimde saklamayı çok seviyorum. O gün aklımın kenarında hep şu düşünce vardı: “En sevdiğim yazarın hikâyesinden uyarlanan ve ismini en sevdiğim grubun şarkısından alan bu filmin biletini saklamadım. Karayip Korsanları 5’i sakladım. Ama bunu saklamadım.”

 

Salon: Salon 8

Seans Tarihi: 15.02.2022

Seans Saati: 11.15

Koltuk No: D-5

Bilet Tutarı: 23.00

 

Bergman Adası’ndan önce Drive My Car oynuyormuş demek. Kimselerin izlemeyeceği filmler Salon 8’e yığılmış. Peki kim bu benimle aynı zevke sahip kişi? Bomboş salonda D-5’i seçen ve tek başına 3 saatlik Haruki Murakami filmini seyreden kişi? Ve bana bu değerli hediyeyi bırakan kişi?

 

Bileti aldım ve gözlerim dolana dek ayrıntıları inceledim. “Bunu yanıma alacağım. Etik mi bilmiyorum, ama sonuçta bırakıp gitmiş… değil mi?”

 

Otobüs durağıma geldiğinde inmek yerine bekledim. Bugün yeni şeyler denemek istiyordum. “Bir sonrakinde inerim.” dedim. “Benden sonra nereye gittiğini hiç görmedim. Daha çok yürümek zorunda kalsam da şikâyet etmem. Hava güzel zaten. Serin, buna rağmen rüzgâr esmiyor.

Bir sonraki durak evime daha da yakınmış meğer. Fena halde keyfim yerine geldi. Bir yandan Bergman Island’da çalan şarkıları dinliyor (kulağım yeni nota dizilimleri duymaktan hoşnuttu) bir yandan da yavaş yavaş acıktığımı düşünüyordum. “Herhalde babam yemek yapmıştır. Eğer o yemek yaptıysa, beğenmesem bile yemem gerek. Emeğine saygı göstermeliyim.”

 

Babamın eli böyle işlere pek yatkın değildir. Ama annem hastalanınca kendini elinden geldiğince geliştirdi. Benden daha iyi yemek yaptığını söylemem, ve hakkını vermem gerekiyor.

 

“Alo? Kızım?”

“5 dakikaya evdeyim.”

“Aç mısın peki?”

“Sayılır.”

“Hmm… Şimdi şöyle, ben bize tavuk yemeği yapmıştım. Hem de çok güzel, bol bol yapmıştım. Üstünü alüminyum folyo ile kapatıp tezgâha koymuştum. Sen gelince ye diye. Hatta öyle bol yapmıştım ki ben bile akşam acıkınca atıştırabilirdim. Neyse… Birkaç dakikalığına içeri girmiştim. Sonra bir baktım ki alüminyum folyo delinmiş ve tavukların neredeyse hepsi yenmiş.”

“Ne? Nasıl?”

“Verandaya açılan kapıyı kapatmayı unutmuşum.”

“Kediler mi?”

“Kediler…"

“Sorun değil."

“Sana hamburger söyleyelim mi?”

 

Küçükken benim için mükemmel gün şu anlama geliyordu: Annemle alışveriş merkezine gitmek. Toyzz Shop’taki ucuz Barbie bebeklerden birini beğenmek. Burger King’den çocuk menüsü almak ve sinemada animasyon film seyretmek.

 

Mükemmel gün anlayışım değişmedi. Belki kulağa maddiyatçı gelebilir. Ama günler, bazen aylar sonra kavuştuğum yeni oyuncak bebeğime ne isim koysam diye düşünürken ağzıma hafif bayatlamış bir hamburger götürmek öyle zevkliydi ki.

 

 

 “Bunun sana ne faydası var?” diye soruyordu. “Bu konuşulanların, bu izlediklerinin hayatına ne yararı yahut zararı var?”

 

Filmi beğenip beğenmediğimden emin değilim. Her gün sıktığım vanilya kokulu parfüm gibi. Seviyor olabilirim ama nefret ediyor da olabilirim. Bir yararını yahut zararını görmedim. Sanırım yalnızca huzurlu bir gün geçirdim. Bu kadarı yeterli.

Bir yorum yapın

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz.