24 Temmuz 2021
Kategori: Hikayeler
Keşke bana uzaktan bakmak yerine yanıma gelseydiniz çünkü sahiden de sizi fark etmedim. Bir kitaba daldığımda başımı kaldırıp dünyada olup biteni fark edecek kadar açık bir zihinle etrafı incelemek bana uygun olmayan, kıymetli bir beceri. Gözlüklerimin camını sık temizleme alışkanlığım olmadığını biliyorsunuz. Zaten onları tozlu kaplarından çıkaralı da en fazla iki hafta olmuştur. Önümdeki buğudan seçmeye çalıştığım kelimelere öyle odaklanmıştım ki biraz ötede özlem dolu bakışlarla beni baştan aşağı süzen sizi fark etmedim. Bu yanlış anlaşılmaya oldukça müsait bir görüntüydü herhalde, sizi görmezden gelmiş gibi oldum. Bana içerlemenizi anlıyorum, fakat açıklamamı yapıp kendimi savunmaktan başka çarem yok. Sizin bana kızma lüksünüz var fakat benim kendime küs kalma lüksüm yok. Sonsuza dek yanımdayım çünkü. Başka birinin bedenine giremeyeceğim, kimsenin zihninden geçenleri duyamayacağım. Benim benden başka şansım yok, bu yüzden onu affetmek zorundayım.
Görünüşümün sizi endişelendirmesine şaşırdım açıkçası. Lisenin son yılında verdiğim karardan beri disiplinli bir şekilde uyguladığım diyet yüzünden (tabii buna diyet denebilirse) çok uzun zamandır kemikleri seçilebilen bir adamım. Daha da zayıflamış olabileceğimi düşünmüyorum, herhalde bundan ötesi kalp krizi ve akabinde ölüme sebebiyet verecek bir dayanıksızlığa yol açar. Oysa ben iyiyim. Her zaman olduğum gibi kuvvetliyim de.
Şimdi herhalde kaşlarınızı hafifçe çatıp sayfanın devamında diyet hakkında bir bilgi olacak mı diye merak etmeye başladınız. Doğanız gereği cümlelerin tamamlanmamasından, konuların ucu açık bırakılmasından hoşlanmıyorsunuz. Size eziyet etmeyeceğim.
Gençken şimdiki sakin halimin tersi olarak oldukça neşeli bir delikanlı olduğumu size anlattığım keyifli anılardan biliyorsunuz zaten. Okulun demirlerine tırmanırken kaç defa kolumu yırttım, esprilerim yüzünden kaç insanı gülmekten ağlattım bilmiyorum. Sadece her günümün renkli havai fişeklere benzeyen enerji patlamalarıyla geçtiğini hatırlıyorum.
Fakat lisenin son yılında beğendiğim bir kızın beni ciddiyetsiz olduğum gerekçesiyle reddetmesinin ardından moralim alt üst oldu ve doğama karşı gelip soğuk bir beyefendi haline gelmek için çabalamaya başladım.
Her gün okula girmeden önce kendime şöyle diyordum: “Bugün abuk subuk konuşmak ve haddinden fazla gülmek yok. Edebiyattan bahsedeceksin ve yazarlara yönelik ince iğnelemelerin ardından hafifçe tebessüm edeceksin.”
Fakat diyorum ya, doğama aykırıydı bu. Kendimi tutamıyordum. Toy gülüşlerimi tıkacak bir bavulum yoktu, okul çantam abimden bana geçmişti ve ders kitaplarından fazlasını almıyordu. Gülüyordum, güldürüyordum. Ciddiyetsizdim, ya da ciddiyetimi yansıtamıyordum.
Söylediklerime bakıp da boş bir genç olduğumu düşünmeyin. Aslında yalnız kaldığımda oldukça karamsar biri haline geliyordum. Akutagawa okuyup yaşam-ölüm meselelerine kafa yoruyordum. Spinning Gears’ı biliyor musunuz? Ülkemizde çevirisi olduğunu sanmıyorum (ben de Haruki Murakami’den öğrendim zaten) ama muhakkak okunması gereken bir hikâye. Gerçi hikâye demek ne kadar doğrudur bilemiyorum. Akutagawa’nın son sözleri onlar. Vasiyet niteliğinde değil, ya da hayata dönüp bakmasıyla alakalı değil. Her zaman sonu düşünen bir insanın gerçekten sona yaklaştığı günleri anlatıyor. Ya da kaba bir tabirle, yavaş yavaş delirdiği günleri.
Neyse, pek çok yaşıtımdan daha derin olduğumu göğsümü gere gere söyleyebilirim. Buna şahidim, oradaydım. Yine de içimde tuttuğum düşünceleri dışarı yansıtamıyordum. Olmuyordu. Onları açıklayabilmem için sakinleşmem lazımdı. Sakinleşemiyordum.
Aylar çözüm aramakla ve kendi kendime disiplin sağlamaya çalışmakla geçti. Sonunda en halsiz hissettiğim zamanları düşündüm. Bunlar yemek yemediğim ve uyumadığım zamanlardı. Evet, en sakin olduğum zamanlar. Böylelikle birileriyle görüşmeden 3 gün evvel hazırlık yapmaya başladım. Yemiyordum (ya da çok az yiyordum) ve her gün en fazla iki buçuk saat uyuyordum. Enteresan bir şekilde yüzüm rengini koruyordu. Ve ben yere yıkılacakmış gibi hissettiğimde hep sakin ve mantıklı konuşuyordum. Çok geçmeden yarım simit bile yiyememeye, bir yudum ananaslı meyve suyuyla doymaya başladım. Artık hem kuvvetliydim, hem de halsiz.
Diyet bu işte. İnsan içine çıkmadan önce yıllardır uyguladığım bir çeşit rutin.
Kızınızın bademcik ameliyatının iyi geçmesine sevindim. Şimdi buzluğunuz rengârenk dondurmalarla dolmuştur ve komşu çocuklarının kapısını çalmak için sıraya girdiği o çekici ev haline gelmişsinizdir kesin. Ben hiç bademcik ameliyatı olmadım, nasıl bir his bilemiyorum. Yine de yaşı küçük olduğundan, acı çekiyorsa bile yakında bu rahatsız edici deneyimi unutacaktır diye tahmin ediyorum. Tabii size çektiyse, ayrıntıları kafasından silmek konusunda zorlanacaktır.
Artık bir pencerem olduğunu biliyor muydunuz? Size seneler önce pencerem olmamasından yakındığımı hatırlıyorum. Siz de önümüzdeki camları gösterip “Bunlar nedir? Bunlar pencere değil mi?” demiştiniz. Başımı hayır anlamında bir sağa bir sola sallamıştım ama konuyu uzatmak yerine size çay isteyip istemediğinizi sormuştum. Böylelikle kuşkucu halinize üstün gelen iştahınız konuşmuştu ve heyecanla bu teklifimi kabul etmiştiniz. Papatya çayı doldurduğum kupayı burnunuza yakın tutup kokusunu içine çektikten sonra iş yerinizdeki bir arkadaşınızın komik saç kesiminden konu açmıştınız.
Her neyse, o uzun camlara pencere demeyi uygun bulmuyorum. Perdelerle örtünmelerini her zaman daha doğru buldum. Karşı apartmandaki insanların beni incelediğini hissetmek yorucuydu. Çünkü herkes, 17. kat 68 numarada oturan adamı, beni çok iyi tanıyordu. Gözleri üzerimdeydi. Çöp atmak bile bir çeşit işkence haline gelmişti.
Orayı terk edene kadar bu şikâyetlerimi pek az dile getirdim. Üstüme gelmemek için. Kendimi daha fazla üzmek istemedim. Güzel yanlarından bahsetmeyi daha uygun buluyordum. Yüksek tavanlı dairemin temiz duvarlarından ve alttan ısıtmalı olmasının yararlarından.
Böyle yaşayıp giderken, 3 hafta kadar önce içime bir huzursuzluk sindi ve ertesi gün bir toplantım olmasına rağmen buzdolabını boşaltıp bulabildiğim her şeyi ağzıma götürdüm. Ekmek kalmadığı için tereyağını olduğu gibi ağzıma tıktım. Soyup pişirmeye üşenip, kabakları çiğ çiğ ısırdım ve tarihi geçmiş sütü dolduracak bardak aramak yerine diktim. Bir kısmı pijamama döküldüğü için mi bilmiyorum ama susuzluğumu tam bastırmadı.
O an üstümde güneş ışığı hissetseydim güvende olduğumu, her şeyin yolunda olduğunu düşünebilecektim belki. Ama koyu bordo perdeler camları kapatıyordu. Onları açmayı göze alamayınca üstümü değiştirip emlakçıya gittim.
Şimdi artık, zemin kattaki 1 numaralı adamım (bunu böyle söyleyince böbürleniyormuşum gibi duyuluyor) ve pencerelerim var. Hırsızları içeri davet edecek nitelikte, bakımsız pencereler. Tam kapanmıyorlar. Biraz rüzgâr esince uğulduyorlar. Ama bir tanesini özellikle çok seviyorum. Geceleri kenarına oturup çiçeklerin yaydığı temiz kokuyu içime çekiyorum. Yine karşımda bina var. Ama bu sefer gerçek gibi durmuyor. İçinde yaşayan insanların ampullerinin rengi geceyle öyle uyum içinde ki, koyu mavi gökyüzünün gri binaya geçişinin ardından gözümü alan sarı renk, eski tabloların sessiz duygusunu veriyor.
Hiçbir şey kımıldamıyor. Hiç kimse konuşmuyor.
Perde almayacağım. Artık bir pencerem var ve yıldızları daha iyi görmek adına gözlük takıyorum.