09 Şubat 2021
Kategori: Hikayeler
Boş boş duvara baktığım fark edilmesin diye elime rastgele bir kitap aldım. Çünkü bilirsiniz, duvara bakmak oldukça endişe verici bir şeydir. Otobüs beklerken önünüzdeki kaldırımı izlerseniz hiçbir sorun olmaz, metroda karşınızda duran siyah camı incelerseniz kimse gelip de size laf etmez, dersten sıkılıp da sıranızın köşesini karalamaya başlamanız oldukça normaldir. Ama… ama duvara bakmak, uygun değil. Bu, kesinlikle düşüncelere daldığınız anlamına geliyor. Endişe verici, tüyler ürpertici!
Elimdeki kişisel gelişim kitabının cümlelerinde dolanan gözlerim sonunda pes etti ve kapandı. Başımı yandaki masaya yasladım. Ve kısa bir süre sonra ellerimin, bacaklarımın (bütün uzuvlarımı saymama lüzum var mı?) sallandığını, belki de daha çok titrediğini hissettim. Gidip geliyordu, bir oraya, bir buraya… Neyse ki kimse fark etmedi, çünkü duvara bakmıyordum. Duvara baksaydım, bu hiç iyi olmazdı.
“Bugün de mi deprem?” diye düşündüm yalnızca. Kulaklığımı taktığım için çığlıkları duyamıyor muydum? Kim bilir, belki kimse öyle çok panik olmamıştı. Belki bu binada oturan insanlar ölümden korkan tipler değildi. Yine diyorum, kim bilir? Bilmem…
Artık masa da sallanıyordu. Okumayı hiç istemediğim kitap da sallanıyordu. Bir o yana, bir bu yana. “Evimde otururken deniz tutabilir mi acaba?” diye düşündüm. Dalgalar tişörtümün üstünden geçiyordu, rüzgâr sesi kulaklığımın ardından zihnime doluşmuştu.
“Kafamı kaldırsam mı?” dedim kendi kendime. “Bulacaklarımı beğenecek miyim?” Dinlediğim parçanın sözleri yoktu ama durmadan bir nefes alıp verme sesi duyuyordum. “Acaba…” diye düşündüm. “Arkamda kulağıma üfleyen bir köpek mi var?”
“Bir baksam mı?” dedim. “Köpeği görmekten memnun olacak mıyım?” Yok yok, gerek yoktu. Ben dalgaların arasında rahattım zaten. Şu sallanma işine de gittikçe alışıyordum.
Dakikalar geçtikçe deprem falan olmadığını anladım. Sonuçta bir deprem ne kadar sürebilir değil mi? Yani ben bilmiyorum, onu da siz söyleyin… Sadece kırk yedi dakika hiçbir binanın sallanmayacağını varsayıyorum. Tabii işin orasını bilim adamları bilir. Ya da deprem adamları. Ben bilmiyorum, bilmeyi de çok istemiyorum.
Nefes alıp verme sesi gittikçe yok oluyordu ve yerini, cılız bir inleme alıyordu. “Arkamda, sınıfın önünde azarlanmış bir kız çocuğu mu var yoksa?” diye sordum kendi kendime. “Teselli edip, çikolata ikram etsem mi?”
“Yok, yok.” dedim. “Uğraşmaya bile değmez. Çünkü şimdi ben çıkıp da ona elimi uzatırsam, bir dahaki sefere yanında olmayacağımdan kendini yalnız hisseder.” Aslında bu, oldukça bencilce bir düşünceydi. İçten içe şöyle söylüyordum: “Ben o gün, duyuldum mu ki?”
Dalgalar artık hafiflemişti. Başımı kaldırıp da bakmaya cesaret edemediğim fırtına gittikçe diniyordu. Yalnız boynuma birkaç damlanın düştüğünü hissediyordum. “Hemen üstümde bir bulut mu var acaba?” dedim kendi kendime. “Yağmur yağıyor galiba. Bir baksam mı?”
Şimdi artık, kendimi enerjik hissediyordum. Hatta biraz da heyecanlıydım galiba. Az sonra içinde bulunduğum denizi, kulağımın dibindeki köpeği, arkamdaki çocuğu ve yukarıdaki bulutu görecektim. Onlarla ilk defa tanışacağım için yüzüme samimi bir tebessüm kondurdum. Yavaşça, çok yavaşça… Başımı kaldırdım.
Karşılaştığım kişi, duvardı. Başkası değil.
Yorumlar (2)
Beyza
yanıtla
Leselya Koko
yanıtla