15 Ekim 2019
Kategori: Hikayeler
Mumbai’nin o günkü sıcak ve bunaltıcı havasında dışarı çıkmanın Çin işkencesinden hiçbir farkı yoktu. Tabii buzdolabınız boş olunca işler biraz değişiyor. Hayatın hızlı akışında eriyip giden insanların arasından zar zor sıyrılan Adam, kendini gördüğü ilk markete attı ve bin dört yüz otuz yedi yıllık klimadan gelen havayı içine çekti. Hiç yoktan iyiydi değil mi? Mesela bomboş evinde bir muz parçası dahi olsa dışarı çıkma sefaleti ortadan kalkardı. Ama yoktu işte… O aptal kediyle neden yemeğini paylaşmıştı sanki?
Tüm rafları sepetine boşaltırken, bir yandan da takım elbisesinin ceplerindeki parayı sayıyordu. Kravatını biraz gevşetti ve öksürdü. Bu havada takım elbise giymek mi? Tam bir saçmalık olan bu hareketinden hiç de pişmanlık duyduğu söylenemezdi. Yanından geçen Hintli bir kadını süzdü ve bol elbisesini görünce yüzünü ekşitti. Asil çenesini havaya kaldırırken, bir prens edasıyla mısır gevreğini sepetine atıverdi. Gürültüyü duyan Hintli kadın ona döndü ve gülümsedi. Adam başını başka yöne çevirdi. Orada olmak istemiyordu.
Kendisini herkesten üstün gören Adam, aslında St. Petersburg’da arkadaşlarıyla otururken daima eşitlikçi bir tavır takınırdı. Feministti, maskülistti, hümanistti, yerine göre mazoşistti, nihilistti, İslam’a karşı boş değildi, Buda’ya sempati duyuyordu… Hipokrat yeminini ezbere bilirdi ama doktor değildi. (Yine de unutmamak için her gün en az bir kere sesli okurdu.)
Adam’ın bulunduğu yerleri sevmemek gibi bir özelliği vardı. Daima başka ülkelere, başka insanlara gitmek isterdi ve gittiği her yerde mutlaka bir kusur bulurdu. On altı yaşındayken Londra’nın eski modası hakkında bir makale okuyunca, orada yaşamak istediğine karar vermişti. Ne yazık ki 21. Yüzyılın İngilizleri pek de hayal ettiği gibi değildi. Fötr şapka görmek istiyordu ve kasket! Uzun ceketlerin altına kısa yelekler. Cep saatleri, gazete kupürleri. Şüphe çeken ajanlar, botlarında bıçak taşıyan kadınlar! “Ah!” demişti… “İkinci dünya savaşında burada olmak vardı!” Şort giyinen bir İngiliz ona gülümseyince, Londra’daki hikâyesini tamamladı. Sıra Roma’ya gelmişti.
“Nerede filozoflar? Nerede gladyatörler?”
Berlin’e gidince duraksadı:
“Hani göremiyorum Hitler’i?”
Eiffel Kulesi’ne çıkıp etrafa merakla baktı. Gözlerindeki parıltı yine sönmüştü işte.
“Hani Paris’in her yerinden görünüyordu bu kule? Buradan göremiyorum!” dedi hiddetle. Yanındaki adam kıs kıs güldü: “Bu espri yapıldı!”
Bir bebeğin ağlama sesiyle irkildi. Hindistan’a geldiğinden beri minik insanlara pek de iyi gözle bakmamaya başlamıştı. “Olmuşsun bir buçuk milyar! Daha ne çocuğu!” Yine de tüm marketi inleten bebeğin çok tatlı olduğu gerçeği su götürmezdi. Bu buz gibi adamın kalbini eriten şey acaba o muydu yoksa güneş miydi…
Alacaklarını alınca sıraya geçti. Önünde üç kişi vardı. Tek sayı olduğuna sevindi çünkü çift sayıları sevmezdi. Kasiyer biraz yavaş olduğundan bu üç kişiyi incelemeye vakti olduğunu anladı. Kendini biraz neşelendirmek için ufak bir oyun kurdu. Önündeki adamlar olduğunu hayal edecek ve onların hayatları hakkında varsayımlarda bulunacaktı. Önce birincisine geçti ruhu. “Çok yemişim.” dedi. “Öyle çok yemişim ki epey şişmişim. İnsanlardan utandığım için tüm abur cuburları sebzelerin altına koyuyorum. İnşallah fark etmiyorlardır. Gerçi şu arkamdaki eleman gözünü dikmiş bana bakıyor. Ne yakışıklı bir adam. Bu havada takım elbise çok doğru seçim olmuş. Acaba Hipokrat yeminini biliyor mudur? İşte onu biliyorsa, bu adam kesinlikle hepimizden üstündür. Ah zavallı ben… karım beni yıllar önce terk etti ve şu halime bak. Minicik dairemde karınca besliyorum. Büyük ihtimalle karıncalarımın hepsi erkektir ve onlar da terk edilmiştir.” Düşüncelerinin zekiliğine dayanamayıp güldü Adam. Birinciyle uğraşmayı bırakıp ikinciye geçti: “Öfff annem yine beni ekmek almaya gönderdi ya! Bıktım yemin ederim bıktım! Şimdi eve gideceğim ve kendini beğenmiş ablam televizyon kanalını dahi değiştirmeme izin vermeyecek. Keşke küçük kardeşleri koruma yasası çıksa. Ya da vazgeçtim… öyle olursa erkek kardeşim burnumdan getirir. Onu dövmek tarifsiz bir keyif veriyor bana… Babam da az sinir bozucu değil! Keşke annem şu arka taraftaki adamla evlenseydi. Ne kadar yakışıklı bir adam. Eminim çok naziktir. Bu havada kravat takmak çok mantıklı. Babama söyleyeyim o da taksın.” Adam üçüncüye gelemeden, kasa sırası Adam’a geldi.
Peynirler, ekmekler, gevrekler, çörekler… bip, bip, bop, boap… Kasiyer kadın göz devirdi ve markette çalışan adamlardan birine bir şeyler söyledi. Ne dediğini anlamak için filozof olmaya gerek yoktu. (Gerçi bu markette filozof olmaya en yakın kişi kendisiydi…) Kasa bozulmuştu işte. Bu aksilik Adam’ın iyice keyfini kaçırdı. İş için buraya gelmemiş olsa, çoktan duvarda onun siluetinde bir iz oluşmuştu.
Kasiyer kadın birkaç düğmeye bastı ve sonunda kafasını kaldırıp Adam’a o sihirli sözü söyledi: “Sizi bir dakika bekletmem gerekecek.”
Bir dakika! Tam bir dakika! Bu insanlar onu ne sanıyordu? Zamanın değerinden haberleri yok muydu? Hiç Momo okumaz mıydı bu millet? Sahi… kendisi de okumamıştı. Kimdi Momo? Neyse! Bu durum kabul edilemezdi. Hırsızdı o devlet! Hırsızdı o millet! Ne hakla? Ne hakla bir dakikasını alma cüretini kendilerinde bulurlardı? Ölümün habersizliğinden haberi yoktu anlaşılan kimsenin. Ya yaşamak için kalan son bir dakikasını bu markette harcıyor olsaydı? Bunu kim, nasıl öderdi?
İçindeki hararete karşın, Adam antikacıdaki bir baston gibi hareketsiz ve sessizdi. Sanki yıllar önce ayakları o zemine çivilenmişti. Uzun boyu, altın orana sahip yüzü, sağlıklı saçları ve zekasıyla çoğu insandan daha iyi durumda olsa da… pek cesur değildi. Ama hakkını yemeyelim! Birazcık cesurdu. Çok değil… birazcık. Yine de bu durumda bir dakikanın önemini savunacak ruh haline bir türlü giremiyordu.
Bir dakika ya… bir dakika… 60 saniye… 3600 salise… 60 000 milisaniye… 60 000 000 mikrosaniye… 60 000 000 000 nanosaniye… pikosaniye… femtosaniye… attosaniye! Bu manyaklar onu matematikçi yapacaktı! Tabii… her şeyi Google’dan bakmıştı.
Bir dakika… İşte tam bu dakikada biri yere düştü belki de. Bir kadın öldü ve uzaklarda bir yerde sağlıklı bir oğlan doğdu. Kaldırımdaki sarı çiçeği ezdi işine yetişmeye çalışan adam. Yaşlı amcanın saati bozuldu. Yıllardır aşk filmleri izlerken ağlayan o genç kız, ileride unutmak isteyeceği biriyle tanıştı. Bir adam eşiyle tartıştı. Hiperaktif çocuk merdivenlerden yuvarlandı. Dünyaya yaklaşan gök taşı, kimseye haber verilmeden yok edildi. Canlı yayında komik bir hata yapıldı… Başka gezegenlerde bir dakika ne kadar sürüyordu acaba?
Adam aklındaki düşünceleri düzene sokmaya çalışsa da siniri buna izin vermiyordu. İçindeki sızı öyle derindi ki. Bu marketten ayrılır ayrılmaz istifasını verecekti ve St. Petersburg’a dönüp, kendisine Hindistan’ı öve öve bitiremeyen adamı bulacaktı. Onun kafasını duvarla buluşturacak ve ağzına pamuk tıkacaktı… Bu intikam planı dahi ruhuna su serpmedi. Sanki tek suçlu o adam değildi…
“Annem!” dedi içinden. “Annem biz küçükken hep Hint dizileri izlerdi. Bu ülkeye tırnak ucu kadar sempati duyuyorsam ve değerli bir dakikamı çöplük gibi bir markette harcıyorsam, bu elbette onun suçudur.” Ne yazık ki annesi öleli yıllar olmuştu. İntikam alma fırsatı olmadığına üzülen Adam’ın aklına bir başkası geldi:
“Babam!” dedi içinden. “O annemi terk etmeseydi, kadıncağız asla saçma dizilere sarmazdı.” Bu sıcak havada yumurta gibi haşlanmasının sebebi oydu işte. Düğüm çözülmüştü! Ama… aslında… babasının baba figürü de pek sağlam değildi. Dedesi İkinci Dünya Savaşı’nda vahşice öldürülmüştü. Kendisi gerçek bir haindi. Adam olayın detaylarını hatırlamasa da (umursamıyordu çünkü) sırf dedesi yüzünden ailesinin uzun süre dışlandığını ve ötekileştirildiğini biliyordu. Bir defa hain olan her zaman hain olurdu. Şu anki durumunun sorumlusu da babasının babasıydı demek.
Gerçi… savaş olmasa hain de olmazdı değil mi? Adamcağız o şartlarda akli dengesini yitirdiğinden işlemişti o günahları belki de. Yargısız infaz Adam’a yakışmazdı. Yani bu rezil anın asıl suçlusu… Hitler’di. Tabii ya! Binlerce insanı katleden, dünyayı mahveden o iğrenç yaratık işte yine yüzünü göstermişti. Ölümünden sonra bile, Mumbai’de bir markette buluyordu Adam’ı.
Hitler demişken… onun ailesi nasıldı acaba? Belki de yeteri kadar ilgilenmemişlerdi onunla. Yine de katil sempatizanı olmak istemiyordu Adam. Hitler hakkında biraz daha kafa yordu. Yaşadığı döneme biraz göz gezdirince hemen Birinci Dünya Savaşı kendini gösteriyordu. Asıl sorun Arşidük Ferdinand ve Sophie Chotek’in öldürülmesiydi demek. Yani o Sırp milliyetçinin silahı tutukluk yapsaydı, bunlar başına gelmezdi. Ah! Sırplara karşı Bosna Savaşı yüzünden olan öfkesi daha da arttı. Fakat o suikast gününün bir önemi vardı değil mi? 1389’da Kosova Meydan Muharebesi’nde Osmanlı Sırpları yenmiş ve Sırp kralı öldürülmüştü. Osmanlı sultanı ise bir Sırp esirinin suikastına kurban gitmişti. Sırplar da o günü Aziz Vitus günü olarak kutluyorlardı. Yani asıl suçlu…
Kasiyer kadın birkaç düğmeye daha bastı. Ne yaptıysa işe yaramamıştı. Umursamazca başını kaldırıp Adam’a döndü: “Sizi bir dakika daha bekleteceğim.”
Yorumlar (9)
Anonim
yanıtla
Leselya Koko
yanıtla
Esra
yanıtla
Leselya Koko
yanıtla
Esra
yanıtla
Fatih
yanıtla
Leselya Koko
yanıtla
İlhami
Özetle; sen yaz ben durmadan okuyayım sevgili yazar.
Selam ederim.
yanıtla
Leselya Koko
yanıtla