16 Şubat 2021
Kategori: Hikayeler
Glen Hansard’dan Lies’ı dinliyor, bir yandan da mutfağı topluyordum. Saat sabah 4 idi. Ve ben hiç olmadığım kadar enerjiktim. Uyumayalı epey oluyordu, yani yakın zamanda uyanmamıştım. Rüya görmemiş ve düşecek gibi hissetmemiştim. Yastığımın üstü soğumuş, yorganım kendi kendine ütülenmişti. Kedim benden çok uyuyordu. Üstelik o uyumamasıyla ünlüydü.
Boynumu ovmadan bulaşık yıkamaya başlayamıyordum. Sanki orada bana her şeyin iyi olacağını ve dayanmamı söyleyen bir nokta vardı. Ne zaman rahatsız hissetsem boynumu ovardım, evet. Bunu geçen aylarda fark ettim. Söyleyecek bir şey bulamadığımda elimin saç köklerimi çekiştirdiğini... Parmaklarımın tişörtümün yakalarında gezindiğini yani…
Kendime dair bu ilginç özelliği öğrendiğimde, bir tikim olduğunu bilmiyordum, oldukça hüzünlü hissettim. Bunu tek başıma öğrendiğim için kederliydim. Keşke biri bana, “Galiba iyi hissetmediğinde boynunu ovuyorsun.” deseydi. Böylece dikkate değer bir kimse olduğumu hissederdim. “Hiç fark etmedim.” derdim. O da “İmkânsız, hep yapıyorsun!” diye yanıtlardı. O günden sonra da, elimi kaldıracak gibi olduğumda konuyu değiştirirdi. Bana Totoro çizgi filminden ve kılcal damarlardan bahsedilmemesi gerektiğini bilirdi.
Elime temiz denilebilecek bir bardak aldığımda, nedense, başımın ağrımadığını fark ettim. On beş gün sonra, sonunda beynimdeki kampçılar yaktıkları ateşi söndürmüştü. Bir de, kar yağdığından mıdır nedir, omuzlarımın üstünde pamuk var gibiydi. Tam anlamıyla, tazeydim. Üstelik saat 4 idi. Taze hissetmek için oldukça geç bir saat. Pardon. Oldukça erken bir saat. Yeni uyandıysanız bile, Jane Austen kitaplarında yaşamıyorsanız eğer, gül falan toplamazsınız… değil mi? Öyle sanıyorum.
Neden bulaşık yıkarken arkama bakmadığımı bilmiyordum. Yine varlığını unuttuğum kahve kupaları ve küllükler homurdanarak temizlenmeyi bekliyordu. Oysa ben, işim yakında bitecek diye seviniyordum. Bir yandan da dinlediğim şarkıyı mırıldanıyordum.
Elimdeki bezin suyunu sıktıktan sonra güzelce katlayıp tezgâhın kenarına serdim. Kendimi öve öve bitiremiyordum. Az evvel Beetlejuice’ın evi gibi görünen mutfak şimdi parlıyordu. On üç dakika mı sürmüştü tüm bu değişim? Keşke notlarımı da böyle hemencecik düzenleyebilseydim. Daha başarılı bir öğrenci olurdum herhalde. Ama bana sorulan soruların yerini çatallar almalıydı. Tabaklar, çaydanlıklar ya da bardaklar… Başka türlü olmazdı.
Aldığım, sönmüş sigara kokusu yüzünden derin bir iç çekip kaderimi kabullenmiş bir halde arkamı döndüm. Kupaları ve küllükleri yıkadıktan sonra kırıntılarla dolu masa örtüsünü inceledim. Şimdi onu çırpmam gerekiyordu.
Balkon kapısını bana karşı gelen rüzgâra rağmen açabildim ve beni selamlayan soğuk hava dalgası yüzünden gözlerimi kıstım. Çimenlere düşmesi gereken kar taneleri üstüme geliyordu. Kirpiklerimle düelloya girdikten sonra galip gelip gözlerimin içine giriyordu hepsi.
Şikâyet etmedim. Belki bir kar tanesi beni ısırır da, ben de bir kar tanesi olurum dedim.
Esen kuvvetli rüzgâr yüzünden neredeyse masa örtüsünü elimden düşürecektim. Düz duramıyordu, sanki bir yerlere uçmaya çalışıyordu. Ya da uçmamak için püskülleriyle bana tutunuyordu. Bunu ona soracak durumda değildim. Dilini bilmiyordum ki!
“Masa örtüsü.” dedim beni anlamayacağının farkında olarak. Onu içeri almıştım. “Hiç, kardan adam yapmadın değil mi?”
Kırmızı, kareli masa örtüsü cevap vermedi.
“Hiç, alçak bir tepeden kızakla kaymadın mı?”
Kırmızı, kareli masa örtüsü yine cevap vermedi. Türkçe bilmediğinden emindim artık. Kulaklarımın misafiri Glen, “Lies, lies, lies!” diyordu. Bunun sahiden de konumuzla hiçbir alakası yoktu.
“Peki daha önce hiç… kar görmüş müydün masa örtüsü?”
Cevap gelmedi. Ama kareli bir iç çekiş duyuldu.
“Öyleyse.” dedim. “Merak etme püskülünü tutacağım. Sen rüzgârı ve üstüne düşen beyaz tanecikleri hissetmeye bak.”
“Bırakma ama.” diye fısıldadı endişeyle.
Güldüm, “Bırakmayacağım tabii ki. Sana neden yalan söyleyeyim? Sadece mutlu olmanı arzu ediyorum. Üstelik, biraz haline şükret. Hiçbir genç kızın bu saatte bir masa örtüsünü memnun etmeye uğraştığını sanmıyorum.”
“Yine de biraz sakarsın.” dedi. “Dikkatli ol, canımı sokakta bulmadım ben.”
Evet, canını bir fabrikada bulmuştu.
Artık Glen’in ve gitarının sesi havaya karışıyordu. Her bir saniyede, kar taneleri kendilerine eş buluyor ve duydukları parçaya uygun hareketler yaparak uçuşuyordu. Masa örtüsünü tedirgin tedirgin dışarı sarkıttım. Önce bir bayrak gibi dalgalandı, sonra da rüzgârın onu ittiği yöne doğru havalandı. “Merak etme.” dedim. “Tutuyorum seni.”
“Bu çok güzel bir his!” diye kısa bir çığlık attı. “Bir püskülümü bırakabilirsin. Rüzgârı daha çok hissetmeyi istiyorum.”
Sözünü dinleyip dediğini yaptım. Bir masa örtüsünün, ricasını yerine getirdim. Kırmızı, kareli bir masa örtüsünün.
Artık kahkaha atıyordu. Hatta gözleri dolmuştu. Ellerim üşüse de, bileklerimin ağrıdığını hissetsem de püskülünü bırakmadım. “Ne hoş değil mi?” diye onu cesaretlendirdim. “Sen bir de yağmuru gör. O daha bile güzel kokuyor.”
Soğuk yüzünden eklemlerimi oynatamayacak hale gelince masa örtüsü halime acıdı. “Üşüdüm ben.” dedi. “Haydi içeri girelim. Ne de olsa, eninde sonunda, ben bir masa örtüsüyüm. Masa örtülerinin karda oynamasına lüzum yok.”
“Şimdilik eve geçelim. Ama ben seni yine çıkartırım, söz.” Daha fazla kalmak istediğini biliyordum ama gerçekten, hiç üşümemesiyle ünlü olan ben, soğuğun içime işlediğini hissedebiliyordum. Masa örtüsü başını sallayıp beni onayladığında mutfağa döndük. Onu güzelce, özenle katlayıp pencerenin önüne yerleştirdim. “Buradan yağan karı seyredebilirsin.” diye fısıldadım.
Hayır, bir masa örtüsüne iyi geceler öpücüğü vermeyecektim. Bu oldukça acayip olurdu. Bu yüzden sadece başını okşamakla yetindim. Bu hiç de acayip değildi.
Saat 5’e geliyor. Masada unuttuğum birkaç kupa ve küllük duruyor. Oysa ben kahve içmem, sigara da kullanmam.
Beetlejuice, beetlejuice, beetlejuice!