19 May 2021
Kategori: Hikayeler
Kış sabahları okula 1-2 saat erkenden gidip kapılar açılmadığı için bir çardağa oturup kitap okuduğum, zaman zaman da başımı ortadaki masaya yaslayıp düşüncelere daldığım bir dönem vardı. Güvenlik görevlisi yeni gelmiş oluyordu ve bahçedeki çimenler öğrencilerin ayakları altında ezilmediği zamanların tadını çıkarır gibi dondurucu havaya aldırmadan güneşleniyordu.
Aslında bu yaptığım, oldukça mantıksız bir hareketti. Paltomu unuttuğum için incecik hırkamla soğukta oturup okulun açılmasını beklemek için evden erkenden çıkmam yani. Oysa ebeveynlerim uyanıncaya kadar sabredip işe giderken beni bırakmalarını rica edebilirdim ya da bir sonraki otobüse binip diğer tüm öğrenciler gibi makul bir vakitte okula varabilirdim. Tüm bu zahmete katlanmam mantıksızdı, evet. Ama bir nedenim de yok değildi. Gerçi, hareketim gibi nedeni de saçmaydı. Bu yüzden açıklayıp sizi bunaltmayacağım.
Her zamanki gibi enerjik bir halde güvenlik görevlisine selam verdikten sonra kıyamet sonrasının anlatıldığı filmlerdeki sessizliğe benzer bir durgunluğa sahip bahçeye girdim ve sabah güneşi gözüme vurduğu için elimi kaş hizasına getirip gölgesinden cesaret alabildiğim kadarıyla etrafı inceledim. Kimse yoktu. Konuşacak, tartışacak, vakit geçirecek kimse yoktu. İnsanlar etrafta olmayınca da zaman kavramı somutlaşıp yanıma oturuyordu. “Tik.” diyordu. Aradan üç dakika geçiyordu. Bu sefer de “Tak.” diyordu. Sinir bozucu, cins bir tipti ama bana dostluk etmesinden memnundum.
Sabahın erken saatlerini tanıyan bana, öğle vakti çok uzak geliyordu. Okuldan eve dönmeme yıllar varmış gibi. Ama bahçeden içeri benden başka bir öğrenci adım attığında sevgili dostum Zaman eski şeffaflığına karışıyordu. “Tik, tak.” diyordu. Sesi birinin kalp atışlarına benziyordu.
O zamanlar kitap zevkim fena halde vasattı. Herkesin bildiği, şimdi okuyunca utanmama sebep olan eski şiirleri ya da edebi eserleri okuyordum. Ama arada elime nitelikli kitaplar da geçmiyor değildi. Rüzgârın Şarkısını Dinle’de şöyle bir cümle vardı: “Lisenin bitimine doğru hissettiklerimin sadece yarısını dile getirmeye karar vermiştim.”
Lisenin bitimi… Daha liseye başlamamıştım bile. Acaba o zaman nasıl bir genç olacaktım. Belirsiz yüz hatlarım keskinleşip daha ciddi bir hava katacak mıydı bana? Evet, bunu çok isterdim. Artık sağduyulu ve yumuşak başlı bir pandaya benzemekten yorulmuştum. “Lisenin bitimine doğru ben neye karar vereceğim?” diye sordum kendi kendime. “Umarım ben de daha az konuşmaya karar veririm.”
Konuşmaktan hoşlanmıyordum ama başka insanlar konuşmadığı için genelde ben konuşmak zorunda kalıyordum. Asla karşımdakiler konu açmadığından ortamı neşelendirecek cümleler kurmayı öğrenmiştim. Çoğu zaman dürüstçe şöyle diyordum: “Şu an kendimi biraz gergin hissediyorum, ama belki en sevdiğimiz filmleri konuşabiliriz.” Karşı taraf bu tip cümleleri duyunca rahatlardı ve kendi zayıflığımı kendim ortaya çıkardığım için bir abla ya da abi havasına bürünüp “Tabii olur, lütfen gerilme.” derdi. Bunun ardından iyice koltuğuna yayılıp kibirli kibirli kendisinden bahsetmeye başlardı. İnsanları çözmek o kadar da zor olmadığı için dudaklarımın kıvrılmasına engel olamazdım.
Her neyse, insanlar değişmediğinden ben de hala konuşuyorum.
Yine okula erkenden vardığım bir gün okul binasının arkasındaki gölgelikte bir adam gördüm. Herhalde duruşundan ya da giyiminden onun görevli olduğunu anladım. Gerçi, ne görevlisi olduğunu tahmin edememiştim. Yine de bunu kafa yormaya değer bulmamıştım. 13 yaşındayken ayrıntılara şimdiki kadar takılmıyordum.
Başımı hafifçe yana eğip “Günaydın!” diye seslendim. O da önce şaşırıp sonra gözlerine sıcak bir bakış yerleştirdi. “Günaydın!” dedi. Böylece konuşmamız bitti ve ben her zamanki çardağıma geçtim.
Ertesi gün geldiğimde yine oradaydı. Bir sonraki gün, ve ondan sonraki gün de. “Günaydın!” diyordum. “Günaydın.” diyordu. Bazen önce o beni görüp söylüyor, ben cevap veriyordum. Böyle olunca utanıyordum ama. Sanki küçükler selam vermekte erken davranmalıymış gibi geliyordu.
Adamın neye benzediğini pek hatırlamıyorum. Onu son kez gördüğüm günden sonra, hatta o gün bile hakkında düşünmediğimden eminim. Birkaç ay öncesinde aklıma gelinceye dek varlığını tamamen unutmuştum.
Güvenilir bir havası vardı. Çok dik değildi, mahcup bir duruşu vardı ve 50’li yaşlarındaydı. Sade, göze batmayan ve hatırlanmaya değmeyecek kıyafetleri vardı. Ama okulun yanında hiç sırıtmadığı için toprak tonlarında giyindiğini tahmin ediyorum.
“Günaydın!”
“Günaydın!”
O zaman tuhaf bulacak zamanımın olmadığı bu adam aklıma gelince biraz ürpermekten kendimi alamadım. Çünkü kendisini sadece sabahları, etrafta dolaşırken görüyordum. Tam emin olmadığım, yaprakları topladığı bir bulanık görüntü de var aklımda. Fakat tamamen uyduruyor da olabilirim. Her neyse bu adam, okulun bir görevlisiyse neden öğle vakti ortalıkta görünmüyordu? Neden koridorda kendisine hiç rastlamamıştım? Neden herkesi azarlayan müdürün ona bir şey söylediğini görmemiştim? Neden çalıştığına hiç şahit olmamıştım? Sahi, şimdi düşününce, okulun bahçesine bir başka öğrenci varken daha geç bir saatte girdiğimde de hiç selamlaşmamıştık. Yanımda güvenlik görevlisi varken görmemiştim onu.
Okulun güneş vurmayan kısmına yakın duruyordu. Yanıma hiç yaklaşmamıştı. Gölgeden çıkmasını engelleyen bir şey varmış gibi kendinden emin olmayan bir biçimde, elleri cebinde duruyordu. Yere düşmüş yaprakları inceliyordu.
“Günaydın.”