08 Nisan 2021
Kategori: Hikayeler
Insomnia hayatı çok enteresan kılıyor. Onu sevmediğimi söylüyorum ama… Hayır, bundan eminim. Onu sevmiyorum ve tüm kalbimle ondan kurtulmayı isterim. Ama, ama, bazen aklıma normalde hiç düşmeyecek fikirler düşürdüğü doğru. Hatta, fikirlerin ötesinde, derinlerde bir yere gömmüş olduğum gereksiz hatıraları da tekrar gün yüzüne çıkartıyor.
Bu hatıralar, normal bir insan olarak normal bir şehirde yaşarken işime hiç yaramayacak türden hatıralar. Herhangi bir diyalogda kullanılmaları yerinde olmaz. Uygunsuz da olmaz. Yalnızca, lüzumsuz olur. Ve Insomnia olmasa, bu zavallıcıkları ancak yaşlandığımda, değer verdiklerimin değeri azaldığında ve tek umursadığım elimdeki kumandanın düğmelerinin beni hangi kanala yönlendireceği konusu olduğunda, sıkıldığım bir öğle sonrası balkondaki çiçeklerime su vermeden evvel ibriği doldururken hatırlardım. Şöyle bir gülümsedikten sonra -tıpkı oğlumun devamlı hatırlatmasına rağmen unuttuğum ilaç saati gibi- tekrar unuturdum. Bu sefer derinlerde bir yere gömülmezdi, hayır. Yok olurdu. Hiç var olmamış gibi hem de.
Bir gece, hangi gece olduğundan emin değilim, ama bir gece yine çok yorgundum. 6 defa uyumayı denemiş olmama rağmen başarılı olamamıştım. Yani anlaşılan, uyuyacak kadar yorgun değildim. Ama başka herhangi bir şey yapacak kadar uyanık olduğum da söylenemezdi. Kitap okuyamazdım, yazı yazamadım, ödev yapamazdım ve film izlemek de gözüme fazla yorucu geliyordu. Gelmiş geçmiş her şarkıyı dinlemiş ve ezberlemiş gibi müziğe de fena halde toktum. Ev fazla bunaltıcıydı ama camı açtığımda içeri giren soğuk odamı değil, yalnız beni serinletiyordu. Buz kesmiş ellerim ve yanaklarıma minik bahçe cücelerinin ufak iğneler sapladığını hissedebiliyordum. Yemek yediğim için midem bulanıyordu. Ve ben midem bulandığı için yemek yemiştim.
Ben her şeyi reddederken ve her şey de benim onları reddetmemi pek umursamazken, düşüncelerimle yalnız kalmaktan başka şansım yoktu galiba. Bir an aklıma kimin söylediğini hatırlamadığım ama beni oldukça inciten bir söz geldi. “Sen kimsenin yanında rahat değilsin ki.” demişti. “Ne ailenin, ne arkadaşlarının yanında rahatsın. Hatta uyurken bile rahat olmadığından eminim.” Şimdi düşününce o kadar da incitici gelmiyor.
“Niye rahat değilim acaba…” diye kendi kendime sormuştum. “Tüm bu rahat olmama durumu ne zaman başladı?” Bu soru aklıma şu hatırayı getirdi:
Bir kısa film setinde oldukça güzel iki kız oturmuş kahve içerken sohbet ediyordu. 15-16 yaşlarındaydılar ama ben o zaman 9 yaşında olduğum için 25-26 yaşındaymış gibi geliyorlardı. Biri diğerine şöyle söyledi: “Birbiriyle alakasız şeylerin kafamızda canlandırdıkları çok enteresan değil mi? Mesela ben elimdeki kahveye bakınca aklıma yeşil, oval şeklinde pürüzsüz bir yaprak geliyor. Sonra ona düşen yağmur damlası yüzünden şemsiyeleri düşünüyorum. Şemsiyeler bana Singin In The Rain’i hatırlatıyor. Sonra aklıma Frank Sinatra geliyor, neden bilmem. Birden bilgisayar kasalarını düşünüyorum. Şimdi de gözlerimin önünde havai fişekler patlıyor ve düşüncelerim Oscar Wilde’ın yazdığı, havai fişeklerin konuştuğu hikâyeye kayıyor. Oysa sadece kahveme bakıyorum, kıpırdamadan kahvemi izliyorum.”
Öteki kız “Hmmm…” dedi. “Ben de şu masaya bakınca aklıma tahta kuruları geliyor. Tahta kurularından 90’ları anımsıyorum. 90’larda her şey daha güzeldi değil mi? Şimdi gözümde Prenses Diana’nın cenazesindeki Elton John canlanıyor. Candle In The Wind’in sözleri beni Marilyn Monroe’ya götürüyor. Sarı saçları yüzünden ekşi bir tat alıyorum. Limonlu pastaları düşünüyorum. Hey, trileçenin ne olduğunu kimsenin bilmediği zamanlarda, servis edildiği tek kafeye gittiğimi biliyor muydun? Oradaki tadı bir daha hiç alamadım.”
Rahatsızlık, rahat olmamak, gri bulutlar, yağmur yağıyor, kaldırımlar ıslanıyor, kaldırımda biri yürüyor, kaldırımda yürüyen kişiye biri çarpıyor, ufak bir kız. Yüzü tanıdık. Daha bu sabah aynada gördüğüm burnun aynısına sahip. Ama daha temiz bir cildi var ve elleri küçücük. Elleri sıcacık. Bir şeyler düşünüyor, dudaklarını ısırıyor.
Küçükken bir gece, hangi gece hatırlamıyorum, ama bir gece ölüm üzerine düşünüyordum. Bu şey bayağı hüzünlüydü. İnsanlara olunca daha da hüzünlüydü. Mesela bir kuş ölünce tabii ki üzülüyordum. Birkaç gün aklımdan çıkmıyordu ama sonra, yeni bir kuş görünce, canım yanmayı bırakıyordu. Papatyam ölünce tabii ki kendimi kötü hissediyordum. Ama zaten alırken narin ve kısa ömürlü olduğunu bilerek alıyordum. Fakat insanlar farklıydı. Ölmüş dedemin yerine başka bir dede alamıyordum. Almak da istemiyordum.
Anlaşılan ölüm denen şey, beklenmeyen zamanlarda gelmesini iyi biliyordu. “Evet evet, kesinlikle beklenmeyen zamanlarda geliyor.” demiştim. O an, ölümün bir açığını yakaladığımı düşünüyordum. Hemen mutfakta oturan annemin yanına koştum ve teyit etmek için sordum: “İnsanlar beklenmedik zamanlarda mı ölür?”
“Galiba…”
“Ölüm aniden gelir değil mi?”
“Evet.”
“O zaman insanlar beklenmedik zamanlarda mı ölür?”
Annem benimle uzun uzun bu konuyu tartışmak istemiyordu. Daha demin başka bir konuyu uzun uzun tartışmıştık zaten. İç çekip “Evet.” dedi. “İnsanlar aniden ve beklenmedik zamanlarda ölür.”
Gözlerimi fal taşı gibi açıp bir çığlık attım: “O zaman sevdiklerimin ölümünü her an beklersem sevdiklerim ölmez!” Annemin başka bir şey söylemesine izin vermeden keyifle yanından uzaklaştım. Planım hazırdı işte. Her gün sabah kalkmadan önce bir kere, okuldayken bir kere ve uyumadan önce bir kere ölümü düşünecektim. Böylece kimse ölmeyecekti. Çok mantıklıydı, evet.
İlk günler pek de zorlu değildi. Planımı eksiksiz uyguluyordum, hatta fazlasını yaptığım da oluyordu. Ölümün açığını bulduğum için dünyalar benim olmuştu. Fakat birkaç hafta içinde bu düşünceler bana ağır gelmeye başladı. Hatta bir gün dayanamayıp ağlayarak annemin yanına koştum. “Okulda ölümü düşündüm. Ölmemeniz için dua ettim.” dedim.
“Okul ölümü düşünmek için pek de uygun bir yer değil.” Annem saçlarımı okşayıp gülümsedi ve ölümü düşünmeyi bırakmamı rica etti. Bunun benim moralimi bozmaktan başka hiçbir işe yaramayacağını anlattı. Sonra konu ölümün başkalarının söylediği kadar karanlık bir şey olmadığına geldi. Sadece bir geçiş süreciymiş…
Annemin ricasını yerine getirmeye karar verdiğimde içim biraz da olsa rahatlamıştı. O gece uyumadan önce sevdiğim oyunları düşündüm ve dinlemekten hoşlandığım birkaç şarkıyı mırıldandım. En sevdiğim Barbie bebekleri içeren hayaller kurdum. Çok geçmeden uykuya dalmıştım. Fakat bu huzurlu gecenin ardından, sabah uyandığımda aklıma uğrayan ilk düşünce ölüm olmuştu. Sonra, öğle arasında da hırkamı çekiştirmişti. Eve dönerken peşimden gelmişti. Benimle yatağıma girmişti ve rüyalarımı sarmıştı. Bana yorganımdan ve yastığımdan daha yakındı.
Ertesi sabah başımın ağrıdığını hissediyordum ama bu normal bir ağrı değildi ki! Başımdan ve boynumdan ameliyat oluyor gibiydim ama anestezi almamıştım. Tabii o zamanlar ameliyat ve anestezi ne demek bilmediğimden bu durumu şöyle ifade ediyordum: “Beynim ikiye yarılmış gibi ve biri durmadan kafamı dürtüklüyor.”
6 yıllık yaşamımın en karanlık dönemleriydi. Einstein’ın dil çıkarttığı fotoğraftaki haline benziyordum ama onun aksine mutsuzdum. Ufacık omuzlarımda ölümü taşıyordum. Üstelik şimdi tek düşündüklerim ailem ve yakınlarım değildi. Öyle olunca kendimi kötü hissediyordum. Sokaktan geçen insanlara baktığımda, “Onların ölümünü beklemediğim için ya ölürlerse?” diyordum. Gittikçe ağrıyan başımı bir sürü kişi ziyarete geliyordu. Bakkaldaki amca, en sevmediğim öğretmenim (çünkü sırf ben onu sevmiyorum ve ölümünü beklemiyorum diye ölmesinden korkuyordum), okulun yakınlarında bir kartonun üstünde uyuyan adam, rastladığım ve rastlamadığım, rastlayacağım ve rastladığımı unuttum herkes… Başım ağrıyordu ve avuçlarım acıyordu.
Sonra ne oldu hatırlamıyorum. Bu karanlık ruh halini nasıl geride bıraktığıma dair hiçbir fikrim yok. Artık avuçlarım acımıyor. Sadece biraz başım ağrıyor. Anlarsınız ya, çabuk kaybolan bir hatıra bu. Şimdiden başını unuttum.
Dudaklarını ısırıyor, bir şeyler düşünüyor. Elleri sıcacık. Elleri küçücük ve daha temiz bir cildi var. Daha bu sabah aynada gördüğüm burnun aynısına sahip. Yüzü tanıdık. Ufak bir kız, kaldırımda yürüyen kişiye biri çarpıyor, kaldırımda biri yürüyor, kaldırımlar ıslanıyor, yağmur yağıyor, gri bulutlar, rahat olmamak, rahatsızlık.
Insomnia hayatı çok enteresan kılıyor. Onu sevmediğimi söylüyorum ama… Hayır, bundan eminim. Onu sevmiyorum ve tüm kalbimle ondan kurtulmayı isterim. Ama, ama, bazen hiç hatırlamayacağım ve çabucak unutacağım hatıraları aklıma düşürdüğü doğru.