06 Temmuz 2020

Kolomb Olmasaydı

Kategori: Hikayeler

Leselya Koko

Kolomb Olmasaydı

1492

Hafif esintili bir gecede, Kristof Kolomb aceleyle günlüğüne bir şeyler karalarken, az evvel koyu mavi gökyüzünü seyrederken gördüğü kendisini hayrete düşüren cisimleri düşünüyordu. Parlak ışıklar bomboş semada birbirlerine çarpmıştı ve tıpkı görkemli bir havai fişek gibi etrafa göz kamaştırıcı çizgiler bırakarak havaya karışmıştı. Kolomb kibirli bir adamdı ve öyle hemen galeyana gelmezdi. Ama o cisimler gözlerinin önünden bir türlü gitmiyordu, hayallerine sığmayacak parlaklıktaki ışık huzmelerini bir daha asla unutabileceğini sanmıyordu. Haklıydı da. Bermuda’ya yakın bir mesafede ilerleyen gemileri bilinmeyen bir nedenle durdu ve yavaş yavaş, Kolomb’un saçları panikten aklaşıncaya dek, titizlikle okyanusun derin sularına gömüldü. Ve bizler, o günlükleri hiç görmedik. Ve Kolomb son nefesini verirken gözlerinde o ışık huzmelerinin yansıması dans ediyordu.

Avrupa, batıl inançların merkezi Avrupa, gözlerden ırak batan bu geminin gittiği rotanın ‘lanetli’ olduğu konusunda karar kılmakta gecikmedi. Bundan sonra hiçbir gemi okyanusların üzerinde güç gösterisinde bulunmayacaktı. Doğa insanların sahibiydi ve sinirlenirse herkesin canını alırdı. Böylelikle başta İspanya ve İtalya olmak üzere neredeyse tüm Avrupa yeni bir inancı benimsedi. Buna hepsi başka başka isimler taktı. Fakat en çok bilineni ‘Doğizm’di. Doğizm Natüralizmle benzer özellikler içeriyordu fakat felsefi bir düşünce değil, dindi. Avrupalılar günlerini korktukları doğaya canlarını almaması için yalvararak geçiriyordu. Kemikleri her sabah ve her akşam korkudan sızlıyordu. Kolomb dünyayı değiştirmişti resmen… Ama Amerika’yı keşfederek değil. Okyanusun dibine gömülerek.

İşte bu ‘lanet’ yüzünden, yüzlerce yıl kimse Amerika kıtasından haberdar olmadı.

2020

Devlet işlerinden kaçıp bir zamanlar hikmetli bir padişah olan babasının mezarına bakarak iç çekti Ayçiçek Sultan. Tek çocuk olduğu için Osmanlı İmparatorluğu’nun başına o geçmişti. Babasının ona nasıl güvendiğini çok iyi biliyordu ve küçükken kendisine verilen tavsiyeleri hep aklında tutuyordu. Fakat bu onun istediği yol değildi işte… Hükümdar olmak değil, bilinmeyen denizlerde yol almaktı hayali. Lanetli Okyanus hakkındaki romanları ne çok severdi. O sisli efsaneleri, puslu hikâyeleri…

Ne çok cesur kadın ne çok önemli işler yapmıştı… Ayçiçek Sultan ise durmadan belgeler imzalıyor, Kore Kralı’yla yeşil çay içiyor ve devlet falan yönetiyordu. Sıkıcı işlerdi bunlar. O denizde olmak istiyordu ve kimsenin görmediği yerleri görmek…

Birden aklı başına geldi. O artık hükümdardı, sultandı. Ne derse oydu, sorgulanamazdı. Hemen başbakanla bir görüşme ayarladı ve ona planlarından bahsetti. “Ben…” dedi. “mürettebatımla beraber Lanetli Okyanus’a, pardon çok affedersiniz, demek istediğim Atlas Okyanusu’na açılacağım. Yüzlerce yıl kimsenin yapamadığını yapacak ve devletimizin gurur kaynağı olacağım.”

“Sultan’ım… Üzgünüm fakat bu çok riskli bir karar olur. Padişah’ımızı kaybedeli kaç hafta oldu ki sizi bilinmezliğin ötesine gönderelim! Hala yasımızı tutuyor, beyaz kıyafetlerimizi çıkarmıyoruz. Lütfen halkınıza böyle bir düşüncesizlik etmeyin.”

“O zaman dışarıda geminin beni beklemesi ve yarım saat içinde yola çıkacak olmamız pek iyi bir şey değil sanırım…”

“Sultan’ım!”

“Devletimiz sana emanet!”

 

Ayçiçek Sultan derin bir nefes alıp gemiye adım attı. Halkı onu uğurlamak için limana gelmişti. Büyükler endişeliydi, küçükler ise okudukları romanları anımsıyordu. Sultan’ları kötüleri yenecekti, bilinmeyeni ortaya çıkaracaktı!

 

Aradan haftalar geçti. Şimdiye dek herhangi bir sıkıntıyla karşılaşmamıştı mürettebat. Gökyüzü açıktı, okyanus sakindi.

Sıradan bir Cuma günü öğleden sonra Ayçiçek Sultan kamarasına çekilip biraz dinlenme kararı aldı. Uyandığında odası karanlıktı. Hemen güverteye çıktı ve gökyüzünün koyu rengi karşısında dehşete düştü. Büyüyen dalgalar onu huzursuz etti ve birden birkaç parlak cisim gördüğünü sandı. Herhalde uykusunu alamamıştı. Gözlerini ovaladıktan sonra tekrar gökyüzüne kaldırdı başını. Her yer hoplayıp, zıplayıp, patlayan ışık huzmeleriyle kaplıydı. Başı dönüyordu fakat dik duruşundan taviz vermedi. Işık huzmeleri bir oraya bir buraya giderken birbirleriyle konuşuyorlardı sanki. Okyanusu aşmaya gelen bu kıza yol verecekler miydi, yoksa sonu Kristof Kolomb gibi mi olacaktı? Gökyüzündeki parlak dans, en büyük ve yaşlı ışık huzmelerinden biri konuşuncaya dek devam etti. Şöyle demişti: “Bu gencecik yavruyu, o barbar adamla bir tutacak değilim.”

Ve sisler açıldı, gökyüzünün rengi tekrar masumlaştı, dalgalar dizginlendi… Gemi bir süre sonra karaya oturdu.

Sonra ne mi oldu? Hayır efendim öyle sandığınız gibi ok tutan derilerine boya sürmüş adamlar anlaşılmaz bir lisanla mürettebatı tehdit edip iletişim kuramayınca şeflerine götürmedi. Hayır bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Sadece elinde lolipopa benzer bir şeker tutan fit bir çocuk bizimkileri işaret edip şöyle söyledi: “Anne! Bunlar Aditsan’dan (yerli halk okyanusa ‘dinleyen’ anlamına gelen Aditsan ismini takmıştı) gelmiş!”

Birkaç ciddi fakat naif suratlı, geleneksel giyimli adamın gelmesi uzun sürmedi. Ve onlar “Liderinizi getiriniz.” dediğinde Ayçiçek Sultan korkusuzca öne çıktı.

Biraz Latince ve Arapça’ya benzer kelimeler olan fakat daha ziyade kendilerine has bir dil konuşuyordu bu adamlar. Yine de kendilerini ifade biçimleri öyle temiz, öyle belirgindi ki insanları ayıran şeyin dil değil, jest-mimik ve hareket olduğu oracıkta anlaşılıyordu.

 

Bizimkiler adamların isteği üzerine onları takip etmeye başladılar. Adamlardan biri “Bunlar nasıl gelmiş Aditsan’dan?” diye sordu. Diğeri ise “Dilimizi bilmeyen insanların yanında çok konuşma. Kendilerini tedirgin hissetmesinler.” diye yanıtladı. Ve her yanı huzurlu bir sessizlik kapladı.

Ayçiçek Sultan geldikleri bu yeri incelemekten büyük zevk alıyordu. İnsanlar rengârenk giysileriyle göz kamaştırırken, doğal materyallerle yapılmış geniş ve tek katlı estetik görünümlü evler sıcak bir his yayıyordu içine. Ağaçların her biri köklerine kadar desenlerle donatılmıştı ve doğa insanın bu dokunuşlarından hoşnut görünüyordu.

Sokakta her çeşit tasmasız hayvana rastlamak mümkündü. Kaplandan, tilkiye, tavşandan, yılana, tüm hayvanlar inanılmaz bir uyum içinde yaşayıp gidiyordu. Kimse yanlarından geçerken ürkmüyordu. Tam aksine gidip en korkutucu aslanların başını okşayıp sevimli iltifatlar saçıyorlardı ağızlarından. İşte böyle enteresan bir yerdi burası.

 

Adamlar Ayçiçek Sultan ve onun mürettebatını yine diğer evlere benzeyen bir yere getirdiler ve içeri girmelerini rica ettiler. Evin içi genişti ve ortasında yaşı genç, güler yüzlü, dinç bir adam oturuyordu. Bizimkileri getiren adamlardan bilgi aldıktan sonra tebessüm etti ve Ayçiçek Sultan’a oturmasını işaret etti. Fakat bizim Sultan pek de sabırlı değildi… “Size saygılarımı sunuyorum. Bizler Osmanlı İmparatorluğu’ndan geldik. Siz sanırım buranın liderisiniz. Amacımız sadece huzurlu ilişkiler kurabilmek ve bu güzel memleketi gezmektir.” dedi hemen.

Adam güldü ve kendi dilinde “Hayır efendim. Bizdeki liderlik yani ‘şef’ kavramı yıllar önce kalktı. Ben sadece turizmden sorumluyum. İsmim Ahanu. Güler veya Gülen Adam manasına gelir.”   

Ahanu’nun hareketleri öyle açık ve netti ki Ayçiçek Sultan hemen dediklerini anladı.

“Bizler yüzyıllardır Atlas Okyanusu’nu geçmeye çalışıyoruz ve ilk defa bugün ben ve mürettebatım bu güzel yere ayak basma şerefine nail olduk. Büyük bir coşku içindeyiz.”

“Bizler yüzyıllardır Aditsan’ın manzarasının tadını çıkartıyoruz. Fakat hiç sizinkine benzer bir araç yapmadık. Bize topraklarımızdan fazlası gerekmez. Yine de sevindik misafirlerimiz olmasına. Bu akşamki festivale mutlaka gelmelisiniz. Doğanın hediyelerini anacağız ve kutlama yapacağız.”

“Siz doğayı seviyorsunuz demek. Bizim inancımız farklıdır fakat komşu ülkelerimiz doğadan korkar ve onu nefret dolu görürler.”

“Doğa aynadır hanımefendi. Siz neyseniz onu görürsünüz baktığınızda.”

 

Ayçiçek Sultan ve mürettebatı gemilerine çekildi ve bir süre dinlendi. Güneş batınca ise fotoğraf makinelerini alıp festivale gittiler. Sabahleyin gördükleri o sakin sokaklar bir anda inanılmaz bir coşkuya bürünmüştü. Herkes sohbet edip kahkahalar atıyordu… Kimileri dans ediyordu, kimileri açık büfeden sağlıklı yemekler dolduruyordu tabak benzeri üst üste bindirilip ustaca bağlanmış yapraklara.

 

Sakın anlattıklarıma bakarak orayı gelişmemiş bir yer sanmayın. Çünkü Ayçiçek Sultan Osmanlı İmparatorluğu’nda yapması gereken değişiklikleri not almaya başlamıştı bile. Bu yer tüm dünyadan ilerideydi çünkü herkes mutlu ve kendinden emindi.

 

Ayçiçek Sultan hayranlık içinde bir oraya bir buraya gidiyor, bu rengârenk festivalin tadını çıkartıyordu. Yeni arkadaşlar edinmişti. Aiyana, Alaqua, Paco ve Songaa ona etrafı gezdiriyordu. Fakat Ayçiçek Sultan çantasından fotoğraf makinesini çıkartınca her şey değişti. Gök gürledi ve ışık huzmeleri yeniden göründü. Enerjik bir biçimde karanlık gökyüzünü parlatıyorlardı. Paco “Bir terslik var.” dedi. Aiyana da başıyla onayladı.

Yaşlı ışık huzmesi diğer ışık huzmelerini uyardı: “Bu kadar gösteri yeter. Ne yapması gerektiğini biliyor.”

Gerçekten de Ayçiçek Sultan görevini biliyordu. Fotoğraf makinesini çantasına koydu ve festivalin tadını çıkartmaya devam etti. O ve mürettebatı birkaç hafta bu enteresan yerde kaldılar ve halkla iç içe çok mutlu günler geçirdiler.

 

Eve dönüş vakti geldiğinde genel bir hüzün çökmüştü herkesin üzerine. Ayçiçek Sultan arkadaşlarına hediyeler, hatıralar bırakmak istedi fakat kimse bunu kabul etmedi. Çünkü başka bir planları vardı. Mürettebat gemiye dönerken elinde iki tohumla Ahanu belirdi. Birini Ayçiçek Sultan’dan bu topraklara ekmesini istedi. Diğerinin de Osmanlı İmparatorluğu’nda hayat bulmasını rica etti. İşte böylelikle güzel bağları toprakta simgelendi.

“Sizi yine görecek miyiz?” diye sordu Ahanu.

Ayçiçek Sultan gökyüzüne baktı, “Bizi beklemeyiniz.” diye yanıtladı. “Bedenlerimiz burada olmamalı, fakat hepimiz kalbimizden bir parça bıraktık bu tohuma.”

 

Başbakan sinirli sinirli toplantı odasına girdi. Fakat yara bere içindeki Ayçiçek Sultan’ı görünce hemen duygusallaştı. “Sizi çok merak ettik Sultan’ım! Ya başınıza bir şey gelseydi!”

Ayçiçek Sultan üstündeki sahte yaralara baktı ve bu acımasız dünyadan korumak istediği yerli halkı düşündü. “Ah… geldi geldi, gelmez mi? Ne korkunç yolculuktu o öyle! Kimseler gitmemeli oraya! Çabuk basın açıklaması yapalım. Ah ne korkunç bir yerdi!”

 

Devlet işlerinden kaçıp yıllar önce ektiği kocaman Çınar Ağacı’nın altında oturan Ayçiçek Sultan iç çekti. Bir yandan da geçen ay yayımlanan romanı Aditsan’ı inceliyordu. Birden birkaç parlak cisim gördüğünü sandı. Herhalde uykusunu alamamıştı. Gözlerini ovaladıktan sonra tekrar gökyüzüne kaldırdı başını ve sonra çok oyalanmayıp Kore Kralı’yla çay içmeye döndü.

Yorumlar (2)

  • betulsenaayar

    betulsenaayar

    07 Temmuz 2020 21:20 zamanında |
    kalemine sağlık!!! tek solukta okuduğum enfes bir hikayeydi :) en sevdiğim detaysa kıtadakilerin barbar bir kabile olmayıp doğayla olan dostluklarıyla çağdaşlarını geride bırakmış olmalarıydı. keşfedilmeyen her şeyin/herkesin canavar olarak nitelendirilmesinden sıkılmıştım :D diğer yazıların için beklemedeyimmm!!!!

    yanıtla

    • Leselya Koko

      Leselya Koko

      07 Temmuz 2020 22:05 zamanında |
      Ayy tam da anlatmak istediğimi anlaman beni çoook mutlu etti. Beğenmene inanılmaz sevindim ♡

      yanıtla

Bir yorum yapın

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz.