22 Ocak 2022

aceleci kediler ve özür dileme sanatı

Kategori: Yazılar

Leselya Koko

aceleci kediler ve özür dileme sanatı

Dün gece uyumadan önce aklımdan geçen cümle şuydu: “Yarın uyanmayı hiç ama hiç istemiyorum.” Gözlerimi kapayıp yakında beni ziyarete gelecek acayip rüyaları beklemeye koyuldum. Muhtemelen kendimi Sarajevo’da, Başçarşı’nın ortasında çok ödevim olduğu için ağlarken bulacaktım. Sonra düşlerim Gilmore Girls’ün gerilim versiyonuna kayacaktı. Lane’in kocası Zack saatlerce yazmaya uğraştığım fikirlerimin bulunduğu kâğıdı gülerek yırtıp atınca, koşmaya başlayacaktım. Ve yeterince hızlı olmadığımı hissedince ayakkabılarımı çıkartıp koşmaya devam edecektim. Gece vakti. Evime giden yol hiç bu kadar karmaşık olmamıştı. 

 

Sabah uyanınca aklımdan geçen ilk cümle şuydu: “Kalkmayı hiç ama hiç istemiyorum.”

Çantamı hazırladım. “Okula gitmeyi hiç ama hiç istemiyorum.”

Üstümü giyinip yüz kremime uzandım. “Makyaj yapmayı hiç ama hiç istemiyorum.”

Aynaya attığım kaçamak bakış bana tanıdık bir kimseyi gösterdi. Haftanın her günü karşılaştığım yansımaydı bu. Ama o an, haftanın geri kalanında olduğum gibi hissetmiyordum. Bu yüzden benzerlik beni rahatsız etti. Sonra gözlerimin biraz şiş olduğunu fark edip rahatladım.

 

Bugün Almanca dersinde özür dilemeyi öğrendim. Kelimeyi ilk duyduğumda tatmin olmadığımdan sordum: “Bunu büyük hatalar yapınca da kullanabiliriz değil mi?” Hocam başını evet anlamında bir aşağı bir yukarı salladı. Sınıfın gürültüsünden beni pek iyi duymadığının farkındaydım. Yine de daha fazla kurcalamadım.

 

Eve gelirken yağan yağmur taneleri yavaş yavaş irileşip yerini kara bıraktı. Perdesi kapalı penceremin ardında nefes kesici bir manzara olduğunu fark edince masamdaki mumu yaktım ve ışığı kapatıp penceremi araladım. Bir süre sonra aklıma evimizin hemen yanındaki, ağaçlarla çevrili sokak geldi. “Şimdi ne de güzel görünüyordur.”

 

İncecik tişörtümün üstüne elime gelen ilk montu giydim. Bana 3 beden büyüktü ama içi sıcacıktı. Aceleyle şapkamı takıp botumu aramakla vakit kaybetmeden ayağıma spor ayakkabımı geçirdim. Sadece kapının önüne çıkacağım için kulaklığımı ve cüzdanımı yanıma almadım. Anne ve babama seslendim: “Az sonra dönerim.”

 

Sokağa vardığımda, karın keyfini çıkartan sevimli bir köpekle karşılaştım. Kendini yere atıyor, bir yandan hapşırıyor bir yandan da yuvarlanıyordu. Beni görünce durdu. Bir süre -hafif tedirgin bir şekilde- karı patileriyle okşadıktan sonra keyifsiz keyifsiz yerinden kalkıp gözden kayboldu. “Bu kadar dramatik olmana gerek yoktu.” diye seslendim. “Kocaman sokak ikimize de yeterdi.” Cevap vermedi. Aksi köpek.

 

Bir gece önce rüyamda koşarak geçtiğim bir başka sokağa gelmiştim şimdi. İçimden “Seni kimse bu halde görmeden ve kayıp yere kapaklanmadan eve dön!” diyordum. Ama hava öyle yumuşak, öyle alımlıydı ki bir türlü adımlarımı verandamıza çeviremedim. “Sovyet evleri… ne de güzeldir şimdi!”

 

Yaşadığım mahalledeki binalar 90’larda yapılmış ve pek çok insana göre çirkin bir görüntüleri var. Bilirsiniz işte; soluk renkler, ufacık odalar, eski püskü duvarlar… Bu yüzden onlara ‘sovyet evleri’ diyorum. Ama kafa karıştırıcı düzenleri ve karanlık havaları hoşuma gitmiyor değil. Beni bulunduğum dönemden başka bir zamana çekiyorlar. İçlerinde yaşayan insanların az konuşmayı sevdiğini sanıyorum çünkü onlarla nadiren karşılaşıyorum. Alt katta oturanların ufak verandaları kendi zevklerine göre döşenmiş, binaların gri rengine meydan okuyan yemyeşil sarmaşıkları duvarları fethediyor.

 

Bu binaların arasında sevdiğim bir parka gelince el değmemiş karın pürüzsüz yüzeyinde yürüdüğüm için kendimi kötü hissetmeden edemedim. İlk soyut resim çalışmamda da fırçayı tuvalle buluşturduğumda benzer duygularla karşılaşmıştım.

 

Birkaç dakika içinde yoğun yağan karla örtülen ayak izlerimin yerini aceleyle koşan kedilerin ve köpeklerin pati izleri aldı.

 

Sovyet evlerinin arkasındaki anaokulunun bahçesinde hep içine girmeyi hayal ettiğim bir ağaç ev vardı. Önüne çekilmiş çamaşır ipinde asılı duran, karla kaplı oyuncak bebek kıyafetlerine baktım. Sonra gözüme bir o yana bir bu yana delici bakışlar atan -kimsenin onu takip etmediğinden emin olmak ister gibi- bir başka kedi takıldı. Güneş yavaş yavaş batıyor, kışın karanlığını acelesi olan insanları durdurmaya ant içmiş trafik lambalarından yayılan pembe ışık aydınlatıyordu. Benim aksime, kedinin nereye gitmek istediğini bilmesi duraksamama sebep oldu.

 

Babannem beni gördüğüne biraz şaşırmış, ama daha çok sevinmişti. “Hoş geldin!” dedi. “Seni şapka ve montla görünce başkası sandım.” Gülümsedim. “Haklısın, ben de kendi yansımamı görsem tanımam.”

İçeri girmeyip kapıdan selam verecektim ama dayanamadım. Spor ayakkabısıyla geldiğimi görünce bana ufak bir fırça çekti ve elime bir çift siyah patik sıkıştırdı. “Bunlar seni sıcak tutar.” Ben gelmeden önce ne yaptığını sordum. “Eski fotoğraflara bakıyordum.” dedi.

Birkaç dakika oturup havadan sudan söz ettikten sonra çok ödevim olduğu için kalkmam gerektiğini söyledim. Kapısını kilitlemesini, kalın giyinmesini ve bir şey alınması gerektiğinde bana haber vermesini tembihledikten sonra çıktım. Merdivenlerden dikkatle inerken -kayıp duruyordum çünkü- babaannem arkamdan seslendi: “Dur! Bekle!” Elinde Kinder çikolata ile tekrar kapıda belirdi. “Neredeyse unutuyordum.”

 

Evimizin yanındaki sokağa döndüm. Şimdi gece üstüne çökmüştü ve iki sevgili el ele tutuşmuş, şakalaşarak yürüyordu. Hemen solumdaki ağacın arkasında, kulübede yatan Aksi Köpek beni baştan aşağı süzüyor, Western filmlerindeki tehditkâr bakışları aratmıyordu. Her an silah çekecek gibi bir hali vardı. Tüm bu ciddi kalma çabalarının yanında fazlasıyla tatlı olduğu için elimi cebime götüremedim ve yenilgiyi ağırbaşlılıkla kabullendim.

 

Ancak sıcacık evime girdiğimde dışarıdaki havanın soğuğunun ayırdına vardım. İlk iş patikleri ayağıma geçirdim ve yatağıma koştum. Şimdi özür dileyecek bir şey arıyorum ama bulamıyorum. Yarın uyansam da sorun değil.

Bir yorum yapın

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz.