22 Temmuz 2022

Hemingway'den kime ne?

Kategori: Yazılar

Leselya K.

Hemingway'den kime ne?

3-4 sene önceydi sanırım. Charles Bukowski’nin “Demek Yazar Olmak İstiyorsun” şiirine denk gelmiş, dolu dolu gözlerle okumuştum. Henüz kendisini pek iyi tanıdığım söylenemezdi. Hayır, kadınlar hakkında atıp tuttuğundan haberim yoktu. Bukowski sadece, daha evvel elimi hiç sürmediğim, bakışlarımı cümlelerine değdirmediğim fakat ismini sık sık işittiğim meşhur bir yazardı. Şöyle diyordu: “Ruhundan, / Bir roket misali çıkmadıkça, / Huzurlu olmak, / Seni çılgına çevirmedikçe, / Veya intihara, cinayete sürüklemedikçe, / yapma.” 

 

Yeni yeni fikirlerimi internet üzerinden insanlara iletmeye başladığımdan heyecanlıydım. Bu sefer yıl, 2017 idi. Hayal kurmaya yönelik tavsiyelerle dolu yazılar yazıyor, beni o günlerde okuyacak kadar çılgın olan birkaç okuyucuma hayatı doğru yaşamaya yönelik ufak tefek önerilerde bulunuyordum. Gerçekçi insanlar ödümü koparıyordu, okul denen kurumdan tiksiniyordum. İnsanlar hayalperest olmalıydı, Olmayan Ülke’deki tüm periler teker teker düşüp ölmeden hem de.

Fakat ne zaman hata yapsam hissettiğim o mide bulantısı ve akabinde beliren baş ağrısı peşimi bırakmıyordu. Bir gün babam şöyle söyledi: “Başkaları hakkında değil, kendin hakkında yaz. Büyük hayaller kurmaya teşvik etmeden önce büyük hayaller kur.”

Bir daha kimseye, “Şöyle yapmalısınız.” dememeye dikkat ettim.

 

Hayatımda ilk kez Oscar Wilde okuduğum günü hatırlıyorum. Parmaklarımı gezdirdiğim kitap kapağının üstünde “Mutlu Prens ve diğer hikâyeler.” yazıyordu. Ben, diğer hikâyeleri daha çok beğenmiştim. Hele bir tanesi vardı ki, havai fişekler hakkındaydı. Bir grup havai fişek oturmuş patlayacakları anı bekliyor, aralarında sohbet ediyordu. “Yani her şeyi mi yazabiliriz?” diye sormuştum kendi kendime. “Havai fişeklerin absürt muhabbeti bile okunmaya değer mi?” Kalemin kâğıda olan etkisinin büyüklüğünün farkına ilk o hikâye sayesinde varmıştım.

Oscar Wilde yazmanın yalnız iki kuralı olduğuna inanıyordu. Öncelikle söylemek istediğimiz bir şey olmalıydı ve ardından onu söylemeliydik.

 

Bir arkadaşıma önceki gün bitirdiğim hikâyemi gösterip “Sence de iyi yazmamış mıyım? Kalemim gelişiyor galiba.” dediğimde omuz silkti. “Yazdığını beğeniyorsan iyi yazmamışsındır. Elde ettiği işi takdir eden insan asla bir yere varmaz.”

Yüzümü buruşturdum. Cümlesinin sonuna “… yani, bana kalırsa.” yahut “elbette bu benim kişisel fikrim.” ifadelerini eklese bu kadar öfkelenmezdim. Ne var ki atomlar üzerine bilimsel bir makale yazıyor gibi kesin ve kendinden emin konuşması yanaklarımın domates misali kızarmasına sebep olmuştu. 

 

Hemingway, onunla yapılan bir röportajda yazar adaylarına şöyle bir öneride bulunuyordu: “İyi yazmayı güç bulduğu için gitsin kendini tavandan assın derim. Sonra da hiç acımadan ipi kesip kendini yazmaya zorlamalı. Bu durumda yazmaya başlarken elinde en azından ipe çekilme hikâyesi olur.”

Borges ise yazarların neye göre değerlendirilmesi gerektiği sorusuna “Yazdıklarının okura verdiği keyif oranında ve uyandırdığı hislere göre değerlendirilmeli derim.” şeklinde yanıt veriyordu.

Yine bir röportajda Faulkner gerçek romancıyı tarif ederken “Yazarın tek sorumluluğu sanatına karşıdır. İyi bir yazarsa tamamen acımasız olur. Bir hayali vardır. Hayal öyle bir acı verir ki ondan kurtulmak zorundadır. Kurtulana dek rahat etmez.” diyordu.

Eray “Yazmak hiçbir zaman bir çaresizlik değildir benim için. Aksine olağanüstü özgürlüktür.” diye bir başka bakış açısı sunuyordu.

Lebowitz’e göre herhangi biri içinde bir eser yaratma isteği hissedince tatlı bir şey yiyerek hissin geçmesini beklemeliydi. Ve katiyen, katiyen kendi hayat hikâyesini yazmaya cüret etmemeliydi. Görünüşe göre, kimse kimsenin yaşantısındaki zorlukları merak etmiyordu.

Marquez ise karşı çıkıyor, “Genç bir yazara öğüt verecek olursam, başından geçen bir şeyi yazmasını söylerim.” diyordu.

Woolf 1000 kitap okursak sözlerimizin nehir gibi akacağını iddia ediyordu.

Cixous “Sadece yaz!” diye bağırıyordu. “Ne olursa!”

“İçinde tutma artık!”

Sarayliç Cixous konuşurken göz deviriyordu. “Gençler, şairlikte ivecenlik etmeyin n’olur!” diye yalvarıyordu.

Murakami erken kalkıyor ve 6 saat yazdıktan sonra 10 kilometre koşuyordu.

Murakami her gün aynı saatte yatıyordu.

 

Boş kâğıt masama uzanmış, uykusunu alırken ve sevdiğim tüm yazarlar zihnimin derinliklerinde birbiriyle tartışırken arkadaşım kenardan sesleniyor, Amerikalı hocamla uyuşmayan müzik zevkimiz moralimi bozuyordu. The Beatles sevmeyen biri, yazdıklarıma nasıl anlam verebilirdi ki? Öyleyse Dickinson da benden hoşlanmazdı. Ne de olsa o yaşarken Beatles henüz doğmamıştı.

 

Hemingway’in söylediklerine anlam vermeye çalışırken annem beni yanına çağırdı. Kıpkırmızı yanaklarımı görünce şöyle bir gülümsedi. “Aşık mı oldun yoksa?” diye sordu heyecanla. “Yüzünde tuhaf bir tebessüm var.”

 

Öfkelendiğimi ve endişelendiğimi sanmıştım.

Anlaşılan sadece yazmayı seviyorum.

 

“Gerçekten zamanı geldiğinde, / Ve sen seçilmişsen eğer, / Zaten kendiliğinden olacak, / Ve sürecektir, / Sen ölene, / Veya o senin, / İçinde ölene dek. / Başka yolu yoktur bunun, / ve zaten hiç olmamıştır.”

Yorumlar (2)

  • MTK

    MTK

    24 Temmuz 2022 13:38 zamanında |
    Kavramlaştırmaya çalıştığımız her kalıp, kalıplaştırmaya çalıştığımız her anlam, anlamlandırmaya çalıştığımız her kelam…
    işte yazının bütünü bu.

    yanıtla

    • Leselya Koko

      Leselya Koko

      24 Temmuz 2022 21:25 zamanında |
      Ne güzel açıklamışsınız. Teşekkür ediyorum vakit ayırıp okuduğunuz için.

      yanıtla

Bir yorum yapın

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz.