16 Mart 2021
Kategori: Yazılar
Space Oddity’nin doğum günümden tam 33 yıl evvel kaydedildiğini duyduğumda içimden şöyle dedim: “İşte bu benim şarkım.”
Chiquitita’yı da seviyorum ama bana orada olduğunu söylüyor. Yakınımda olduğunu ve omzunda ağlayabileceğimi ifade ediyor. Ama göremiyorum, kimseyi. Yalnızca vaatler duyuyorum.
You’ll Never Walk Alone da pek farklı değil. Ne zaman yalnız yürüsem onu dinliyorum. Tatlı bir sesten tatlı bir yalan değil mi? Benimle bakkala yürüyen biri yok. Olsaydı böyle paspal giyinmezdim herhalde. Pantolonumu daha özenle seçerdim, şalımı daha düzgün bağlardım. Benimle yürüyen biri olmadığı için böyle rahatım.
Ama Space Oddity bir şey vaat etmiyor. Benden ya da kendisinden bahsetmiyor. Yalnızca tanıdık cümleler duyuyorum. Yakınımda olmayan, benimle yürümeyen, dürüst cümleler… Üstelik benimle aynı gün doğmuş. 33 yıl önce. Ama aynı günde.
Rüyamda bir uçaktaydım ve David Bowie’nin yanında oturuyordum. Havadan sudan konuşuyorduk. Ben onu sıkmamak için susmaya yeltendikçe, yeni bir konu açıyordu. Spesifik olarak nelerden bahsettiğimizi şu an hatırlayamasam da, sesini duyabiliyorum. Yaşlı, hafif cılız, İngiliz sesini.
Bu rüyadan uyandığımda, gerçek dünyayla karşılaşmak kalbime ağır gelmişti. Üstüme çöken bunaltı, Jean Paul Sartre’nin Bulantısı’na benziyordu. Cisimler özelliklerini kaybediyor, şekillerini yitiriyordu. Ellerimle dokunduğum her şey acı bir his veriyordu. Acı derken, biber gibi. Yüzümü ekşitmeme sebep olan bir acı veriyordu.
“Belki de dışarı çıksam daha iyi hissederim.” dedim. Saat henüz 7 idi. Kahvaltıya indiğimde benden başka sadece bir yabancı beyefendi gördüm. Onu rahatsız etmeyecek kadar uzağına oturup arkadaşımın yakın zamanda hediye ettiği kitabın her iki kapağını da bardaklar yardımıyla sabitledikten sonra bir yandan çayımı içerken bir yandan cümlelerde gözlerimi gezdirdim.
Kahvaltımı ettikten sonra artık, sahiden de hava almam gerektiğini hissediyordum. Kendimi hotelin haşmetli kapısından dışarı attım ve kalabalık olmasına alıştığım sokağın çıplak kalmış halini seyrettim. “Çok şükür.” diye geçirdim içimden. “Kimseye tahammül edecek halim yok.”
Gülhane Parkı’na yürüyüp biraz tek başıma vakit geçirdim. Görmek istediğim bir müzenin açılış saatini bekliyordum. Gerçi, içimde müzeye giremeyeceğime dair tatsız bir öngörü vardı. Haklıydım da, o gün kapıları kapalı kalacaktı.
Son iki senedir her gün görmeyi düşlediğim bu yerin beni geri göndermesi inciticiydi. Ama zaten, az önce de dediğim gibi, bir şeylerin yolunda gitmeyeceğini hissetmiştim. “Sorun değil.” diyordum şimdi. “Bir dahaki sefere geldiğimde her şey daha heyecan verici olur.”
Hotele dönmek yerine ayaklarımın beni götürdüğü yere gitmeye karar verdim. Müzik dinlemiyordum, ama düşünüyordum. İstanbul’u düşünüyordum.
İstanbul, çok enteresan bir şehirdi. Orada bulunduğum süre boyunca, bir mucizeye çok yakın olduğumu hissedebiliyordum. Sanki yan sokakta hayatımı değiştirecek o şey beni bekliyordu. Sanki biri peşimden geliyordu ama fark edemiyordum. Sanki biri gözümün içine bakıyordu, ve ben göremiyordum. Hayatım boyunca beklediğim her şey bir adım ötede gibiydi. Ama ne kadar yürürsem yürüyeyim, beni çağırana ulaşamıyordum.
Hep umut etmek yorucuydu.
Ayasofya’yı geçtim, Dikilitaş’a selam verdim, vapura binecek gibi olup vazgeçtim. Galata Köprüsü’nden geçip, geri döndüm. Deniz kenarına oturup aldığım dergiyi çantamdaki kitabımın yanına yerleştirdim. Birkaç derin nefes aldım, birkaç bulanık fotoğraf çektim.
Tüm bunlar olurken, iki saat geçip gitmişti bile. Arada annemle babam arayıp nerede olduğumu soruyorlardı. Hotelden bir daha geri dönmeyecekmiş gibi emin ve yorgun adımlarla çıkmam onları tedirgin etmiş olmalıydı. “Neredesin? Tamam. Biz de seni bekliyoruz.”
“Alo? Geziyor musun hala? Tamamdır canım. Biz seni bekliyoruz.”
“Bizi aramışsın galiba. Ha, aramadın mı? Tamam öyleyse. Kahvaltı yaptık şimdi, seni bekliyoruz.”
Yalnız kalmayı bu kadar sevmem, iyi bir şey olmasa gerek.
Bu kadar beklendiğime göre, artık adımlarımı yavaşlatma vakti gelmişti. İstanbul her an hatırlattığı mucizeyi, yalnızca bir umut kırıntısı olarak bırakmayı tercih etmişti. Böyle olacağını biliyordum zaten. Şaşılacak durum değildi. Benimki şımarık bir beklentiydi, ötesi değil.
Hotele girmeden önce güzel bir kitapçı gözüme çarptı. Geçen sene yazdığım bir yazıda şöyle bir kısım vardı: “Ne zaman bir kitapçıya girsem hayatımın değişmesini bekliyorum. Önüme bir kitap düşmesini ve içinde bulduğum haritayla denize açılmayı… Bir sayfanın benim dikkatimi çekmek için parlamasını veya hoparlörden en sevdiğim parçanın çalmasını bekliyorum…
Bekliyorum,
ve beklemeye devam ediyorum.”
O yazının sonunda, mucizenin beklenilecek bir şey olmadığını yazmıştım. Falan filan… Yayında değil artık. Çünkü bu, sadece Mozart’ın doğum gününde arkadaşlarımla buluştuğumda girdiğimiz bir kitapçıda hiçbir olağanüstülükle karşılaşmadığımdan, kendime söylediğim bir teselli, bir beyaz yalandı.
Bekliyorum,
ve beklemeye devam ediyorum.
Kitapçıya girip ellerimi dezenfekte ettikten sonra doğum günü yaklaşan bazı tanıdıklarıma hediye bakmaya başladım. Pek öyle ilgimi çeken bir şey yoktu.
Rafların arasında gezinirken yaşlı bir çalışanın beni gösterip arkadaşına “Bak işte, bu kızın şapkası çok şık.” dediğini duydum. Herhalde turist olduğumu zannetmişti, bu sık sık oluyordu. Utanmasını istemediğimden, söylediklerini anladığımı belli etmemeye dikkat ettim. Bir soru soracak gibi olursam İngilizce soracaktım.
Hiçbir kitabı beğenmediğim ilk defa oluyordu. Herhalde sabahki bunaltı, bulantı, etkisini hala kaybetmemişti. Çekici gelen bir kapak, cezbedici bir başlık göremiyordum. Her şey yoğun bir griliğe sahipti. Ama Sylvia Plath griliğinde değil, çirkin bir grilikteydi.
İncelediğim ünlü bir eseri kapatıp yerine koydum. Şimdi karşımda, bir sürü Zülfü Livaneli kitabı duruyordu. Unuttuğum bir rüyayı anımsayacak gibi oldum bu yüzden. Biri bana “Neden Zülfü Livaneli okumamakta bu kadar ısrar ediyorsun?” diye soruyordu ama ben cevap verecekken uyanmıştım. Olsun, söyleyeceklerimi biliyordum zaten.
“Çok… edebiyatçı geliyor. Ben daha kaba ve açık ifadeleri seviyorum. Öyle yazmıyorum belki ama, öyle kitaplar okumaktan keyif alıyorum. Bir de… şiir yazması… çok hoşuma gitmiyor. Bu konuda fazla hassasım. Dünyada beğendiğim pek az şiir var. Ötekiler beni rahatsız ediyor ve samimiyetsiz geliyor.”
Türkçe kitaplar incelemem, yabancı bir turist olmadığımı ortaya koymuştu anlaşılan. Yaşlı çalışan yanıma gelip enerjik bir şekilde “Terazi misiniz?” diye sordu. “Burcunuz terazi, değil mi?”
Başımı hayır anlamında salladım.
“Terazi değilsiniz…” Biraz hayal kırıklığına uğramış görünüyordu.
“İkizler burcuyum.” dedim.
“İkizler!” diye tekrar etti. “Bizdensiniz öyleyse. Benden, Kennedy’den. Hepimiz ikizleriz…” Araya kısa bir sessizlik girdi. “Saat kaçta doğdunuz? 13-15 arası mı yoksa?”
“Evet.”
“Tamam işte! Yükseleniniz terazi oluyor. Tahmin etmiştim ben. Mor şalınızla ve berenizle, tam bir terazi görüntünüz var. Ama boyunuz uzun ve duruşunuz zarif, bu da ikizler özelliklerinden. İkizler burcu olup da yükseleni terazi olanlar kaliteli insanlardır. İkizler burcu olup da yükseleni kova olanlar manyak oluyor.”
Güldüm ama cevap vermedim. Uzun olduğumu bilmiyordum. Zarif olduğumu daha önce hiç düşünmemiştim.
“Şimdi siz, çok kitap okuyorsunuz öyle değil mi? Zeki olmalısınız, kitap okuduğunuza göre. Enerjik ve değişkensiniz, değil mi? Ayrıntılar arasında boğuluyorsunuz.”
“Ayrıntılar…” Son söylediklerini içimden tekrar ettim. “Ayrıntılar arasında boğuluyorsunuz.”
“Evet evet, hiç şüphesiz, çok kitap okuyorsunuz siz.”
Sanki iki günlük seyahate dört kitap getirdiğimi biliyordu bu beyefendi.
Doğduğum günü öğrenince iyice heyecanlandı. Onu kimse dinliyor muydu acaba? Herkes abartılı sözlerinden bıkmış gibiydi. Diğer çalışanlar tavrından utanıyor gibi geri çekiliyordu.
“Zülfü Livaneli de o gün doğdu. Okudunuz mu kitaplarını?”
“Hayır.” dedim.
“Rüzgârlar Hep Gençtir, güzel bir eser. Bir oturuşta okumuştum.”
“Başka önerileriniz var mı? Listeme ekleyeyim.”
Birkaç kitap saydı. “İrade Terbiyesi, Yürümenin Felsefesi, Uçurum İnsanları…” Arada kendinden bahsediyordu. Uzaktan sosyoloji okuyormuş. 5 üniversiteden mezun olmuş, galiba. Öyle hızlı ve coşkuyla konuşuyordu ki neden bahsettiğini anlamakta zorluk çekiyordum.
Bir yandan da şöyle diyordum kendi kendime, “Ayrıntılar arasında boğuluyorsunuz.”
Burçlardan bahsetmeyi çok seviyordu. “Bizim yakınlarımız, terazilerdir. Ateş ve toprak elementleriyle de rahat ederiz. Yerimizde duramıyoruz, neşeli bir burcuz değil mi? Durun, size şunu göstermedim!”
Elini attığı bir raftan Kur’an-ı Kerim çıkarttı ve hemencecik İsra Suresi’nin 84. Ayetine geldi.
“De ki: ‘Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar.’ Rabbiniz kimin doğru bir yol tuttuğunu çok iyi bilmektedir.”
“Bakın!” dedi. “Buradaki ‘mizaç’ aslında ‘burç’ anlamına geliyor.”
Öyle olduğunu pek sanmıyordum. Ama gülümsemekle yetindim.
Gitme vaktim yaklaşıyordu, İstanbul’un sakin saatleri ardımızda kalmıştı. Şimdi artık, kitapçıda bir sürü yardıma ihtiyacı olan turist vardı.
Rüzgârlar Hep Gençtir’i bulup inceledim ve kasaya doğru ilerledim. Yaşlı, enerjik çalışan başka bir müşteriyle ilgilenirken bana seslendi: “Yazdığınızı biliyorum. Lütfen devam edin. Hikâyeler, şiirler yazın.”
“Yazıyorum.” dedim. Belki o an kitaplarımdan ve internet sitemden de bahsedebilirdim. Ama nedense sadece yazan bir kız olarak görünmek istemiştim. Daha fazlası değil. Ortaya güzel işler koymaya çalışan, yazan bir genç.
“Hoşçakalın!” dedi ama nerede olduğunu bilmiyordum. Kalabalığın arasında kaybolmuştu. “Görüşmek üzere!” diye seslendim.
Bu keyifli sohbetten, kimseye söz etmedim. Doğru cümlelerle anlatılması gerektiğine inanıyordum. Bir de insanların bunu, mucize kategorisine koymak şöyle dursun, umursamayacağından endişe ediyordum. Yaşadığım anının, kalbi kırılacak gibiydi. Bu yüzden sadece yazmak, bir kenara koymak istedim.
Şimdi önümde Marilyn Monroe hakkında bir makale duruyor. Marilyn de ikizler burcuydu. O beyefendi ne derdi bu duruma?
Yine ayrıntılar arasında kayboluyorum. Biri bana seslense