16 Ağustos 2022

İstanbul'da iki İskandinav seyyah ve ben

Kategori: Yazılar

Leselya K.

İstanbul'da iki İskandinav seyyah ve ben

Bu yazı hayal ürünü değildir. Karakterler ve yaşanan olaylar tamamen gerçektir.

Tren sarsıldığı için sandalyemden kayıp duruyorum fakat önemli değil. Burada olmayı ben istedim. Koltuğumda oturmak sıkıcı bir hale geldiğinden restoran vagonuna geçeli yarım saatten fazla oldu. Meğer yıl 1934 değilmiş, kimliğimde de Agatha Christie yazmıyormuş. Sıcak servis başlamamış, belki de hiç olmayacakmış. Öyleyse yalnız meyve suyu içebilirim. 

 

 

Kalemimi düz tutmaya çalışıyorum. Defterimi yeni aldığım için her sayfaya özenli başlıklar atıyorum. “Bir Ağustos ikibinyir…” Ama dikkatimi dağıtan bir şeyler var. Karşımda oturan şu iki adam beni baştan aşağı inceleyip fısıldaşıyorlar. Ne kadar utanç verici! Bir dakika geçiyor, iki dakika, üç, dört… Böyle devam ederse kondüktörü çağıracağım.

Pencere kenarındakinin saçları boynuna dek uzuyor fakat alnından yayılan uyarıcı bir kellik var. Burnu epey uzun, konuştukça dudaklarına muzip bir tebessüm yayılıyor. Balon kol beyaz gömleğinin üstüne somon rengi kumaş yeleğini geçirmiş ve yakasına puantiyeli bir papyon takmış. Neşeli olduğu kadar kurnaz, biraz da sinsi görünüyor.

Yanındaki adam ise yaşça ondan büyük. Gözüme hemen kahverengi fötr şapkası ve taranmamış gür bıyıkları çarpıyor. Bakışlarında bir alaycılık var fakat görünürde tek bir saç teli bile yok. Yalnız kulaklarının üstündeki beyazlık kel olmadığına kanıt olarak sunulabilir. Konuşurken dudaklarının sağ tarafı sola göre daha çok açılıyor. Mütevazı bir takım giyinmiş ve tercihini sade bir kravattan yana kullanmış. Devamlı kötü bir koku almış gibi yüzünü ekşitiyor. Uzun burunlu adama katılsa da sesi fena halde aksi duyuluyor.

Şimdi bana yaklaşıyorlar. Kalbim hızla çarpıyor. Kafamı önümdeki kitaba gömüyorum. İstanbul’da İki İskandinav Seyyah.

 

“Rahatsız ediyorsak bağışlayın.” diyor uzun burunlu adam. “Bendeniz Andersen, Hans Christian Andersen.” Yüzümdeki ifadeyi okuma kaygısıyla bir süre duraksıyor, mimiklerimde herhangi bir değişiklik meydana gelmeyince fötr şapkalı beye dönüyor. “Bu da sevgili dostum Hamsun, Knut Hamsun.” Yanımdaki boş bar sandalyesini işaret ediyor, “Sakıncası yoksa…” Başımı hayır anlamında sallıyorum. Hans soluma, Knut da sağıma geçiyor.

“İsminizi öğrenebilir miyiz?”

“Bond, James Bond.”

Knut bir sigara yakıyor. “Kafa buluyor bizimle. James adında kadın mı olur?”

Puantiyeli papyon takmış orta yaşlı bir adama ve fötr şapkalı alaycı bir ihtiyara ismimi öylece söyleyecek değilim. Çantamda Pierre Loti’nin Aziyade kitabı var. Henüz okumadım ama Aziyade’nin Çerkes olduğunu biliyorum. Biraz ısınıyorum ona. “Aziyade.” diyorum.

Egzotik buluyorlar bu ismi. Keyifleri yerine geliyor.

“Biz İstanbul’a gidiyoruz.” diye ağzındaki baklayı çıkarmaya hazırlanıyor Hans. “100 yıldan fazla oldu Eyüpsultan’ı gezmeyeli. Bir rehbere ihtiyacımız var. Aziyade Hanım, rica etsek, çok zahmet olmayacaksa, bize eşlik eder misiniz? Ya da daha doğrusu, biz size eşlik edebilir miyiz?”

“Yalnız kalmayı umuyordum.” diye homurdanıyorum.

Hans teklifini hemen reddetmediğimi duyunca cesaretleniyor. “Varlığımızı dahi hissetmeyeceksiniz! Söz veriyoruz!”

“Varlığınızı dahi hissetmeyeceksem olur.” diyorum. Konu böylece kapanıyor.

 

Tren Söğütlüçeşme’de duruyor. Bavulumu beceriksizce basamaklardan indiriyorum. Hans devamlı yardım edip etmemek konusunda tereddüte düşüyor. Fakat onunla göz teması dahi kurmaktan kaçınıyorum. İçime temiz hava yerine Knut’un sigarasından tüten dumanı çekince asabım bozuluyor. Yine de keyfimi kaçırmıyorum.

Marmaray’dayız. Ben oturuyorum, Knut ve Hans ayakta durup etrafı inceliyor. Bir sonraki durak Ayrılık Çeşmesi. “Ne hüzünlü bir isim.” diye içimden geçiriyorum. Hans sanki duymuş gibi başını bir aşağı bir yukarı sallıyor. “Gerçekten öyle.”

Sonraki durak Üsküdar. Knut Kâtibim’i mırıldanıyor. Şarkının ortasında kısa bir öksürük krizine giriyor fakat toparlanması uzun sürmüyor. Sirkeci’ye varınca çabucak ayaklanıyorum. Belki bu iki tuhaf adam kalabalığın içinde kaybolur diye adımlarımı sıklaştırıyorum ama nafile… beni hemencecik buluyorlar.

 

Taksiyle Fatih tarafına gidiyoruz. Biraz yürüdükten sonra Fatih Camii görünüyor. “Siz burada bekleyin.” diyorum. “Ben eşyalarımı hotele bırakacağım.”

Hans alnındaki teri silerek söyleniyor: “Pekâlâ. Ama tez hareket edin rica ediyorum. Stambol’un güneşi fena yakıyor. Tenim cayır cayır yanıyor. Beni böyle karşılayacağını düşünmezdim bu yüce kentin. Bir asır sonra, hala göz kamaştırıyor. Hala tek bakışta alışamıyorum.”

“Konstantinopel’den de bu beklenirdi zaten.” diye az evvel sıralanan dramatik ifadelere katıldığını belirtiyor Knut. “Biz sizi caminin avlusunda bekleriz.”

“İstanbul.” diyorum. “İstanbul.” Göz deviriyorum. “Amaaaan neyse.”

 

Bavulumdan kurtulunca kendimi daha dinç hissediyorum. Karnım aç fakat önce etrafı gezsem, daha doğrusu gezsek daha iyi olur diye düşünüyorum. İki beyefendiyi çevredeki insanları seyredip not alırken buluyorum. Beni görünce tek kelime etmeden ve yanıma çok yaklaşmadan takip etmeye başlıyorlar. Yavuz Sultan Selim Camii’nin yanından geçiyoruz. Rengârenk gülümsemeleri olan sade insanlara tesadüf ediyoruz. Kafamıza göre çeşitli sokaklara giriyor, eski püskü binaları inceliyoruz. Kırmızı Mektep’i görünce tüylerim ürperiyor, tepeden tırnağa awe duygusu ile sarsılıyorum. Çok geçmeden yolumuz Sveti Stefan Kilisesi’ne düşüyor.

Sveti Stefan Kilisesi’nin görkemli olduğunu kabul ediyorum. Fakat görkemindeki kıvılcım bana sahte bir adanmışlık hissi veriyor. Ayasofya’nın müze olduğu zamanları hatırlıyorum. Herhangi bir ibadethane sırf beğenilmek için bu kadar uğraşmamalı diye düşünüyorum. Alt kattaki ufak sergiyi gezerken rutubetten (ve açlıktan) başım dönüyor. Üst kata çıkıp dua eden bir samimi Ortodoks arıyorum. Sevimli bir başörtülü kızla karşılaşıyorum.

Knut yüzünü ekşitiyor ve Hans’a sesleniyor. “Ben dışarıdayım.” Sigarasını cebinden çıkarıp dudaklarının arasına yerleştiriyor.

 

Sağa mı gitsek sola mı bilemiyorum. Telefonumdaki navigasyon da beni araba zannettiğinden U dönüşü yapmamı buyuruyor. Midem bulandığı için bir kaldırıma oturuyorum. Gücümü toplayınca soldan devam ediyorum. Yürüdükçe bacaklarım titriyor. Dün ne yemek yemiş, ne de uyumuşum. Boğazımdan geçen meyve suyunu hatırlıyorum. Sonunda bir tramvay istasyonu görünce beni olduğumdan daha kötü bir noktaya götüremez diye düşünüyorum. Bizi yani. Beni, ve onları.

Eyüpsultan Teleferik durağında iniyoruz. Karşıdan karşıya geçip yol sormak için güvenilir birini arıyorum. Sonunda kendimi dondurma sırasında beklerken buluyorum. Hans çilekli, Knut karamelli istiyor. Ben sade alınca kıkırdıyorlar. “Bizim büyükbabalarımız da sade severdi.”

Yüzlerce mezarlık çıkıyor karşımıza şimdi. Mevlâna İdris ismini arıyorum. Yazar ve hayalperest. Hans ölümü düşündükçe ürperdiğini söylüyor ve sanki bitlenmiş gibi devamlı saç köklerini kaşıyor. “Merhum beyefendiyi dondurma yiyerek aramak ayıp olmuyor mu?” diye soruyor bana tiz sesiyle. “O aldırmaz.” diyorum. “Hatta memnun olur.”

Knut bağırıyor: “Sükût! Ölüm diyarında muhakeme yapılmaz!” 123 sene sonra aynı mezarlığa bakıp tekrarlıyor: “Kabristan mümbit olur.”

 

Mevlâna amcayı zar zor buluyorum. Ona sunacak bir çiçek buketi bile getirmemişim. Meğer ilk defa elim boş bir ziyarete gelmişim. Dondurmam biteli dört dakika olmuş. “Bayım…” diye söze başlıyorum. Knut ve Hans geride duruyor.

Eyüpsultan Camii’ne giriyoruz. Ben ufacık ve süssüz olan, kadınlara ayrılmış kısımlardan pek haz etmiyorum. Namaz kılarken caminin içinde şöyle biraz çıkışa yakın duruyorum. Avizeyi gördüğüm gibi keyfim yerine geliyor. Knut ve Hans diledikleri gibi tavanı seyrediyor, namaz kılan yahut dua eden kimseyi rahatsız etmeden yine deri kaplamalı defterlerine notlarını alıyorlar. Yarım saat sonra çıkıyoruz ve bizi Pierre Loti’ye ulaştıracak teleferik sırasına giriyoruz. Hans yine, “Stambol’un güneşi fena!” diye yakınıyor. Sahi, bu adam kaç tane güneş var sanıyor?

Aradan bir saat geçince Knut sigara içmekten dahi sıkılıyor. Varlığını hissettirmeme meselesini ise hepten unutuyor. Sormaya başlıyor: “Kime inanıyorsun, neden inanıyorsun, dört eş almak caiz mi, bu sıcakta örtünmek zor değil mi…” Falan filan… “Konstantinopel.” diyor. “Konstantinopol.”

“Bilmiyorum.” diye yanıtlıyorum. “Hitler’e sor.”

Gücenmiş gibi geri çekiliyor.

 

Pierre Loti’de manzarayı güzelce seyredebileceğimiz bir masa görünce hemen çantamı sandalyelerden birine asıyorum. Üç karışık tost söylüyoruz. İki portakal suyu ve bir demli çay. Hans’a Dickens ile olan anılarını soruyorum. Hemen yüzü düşüyor fakat Knut ve ben gülmeden edemiyoruz. “Demek adamın bahçesine yüzükoyun uzanıp hüngür hüngür ağladın ha!”

“Yalan! Uyduruyorsunuz!”

“Uriah Heep karakteri için senden ilham almış diyorlar.”

“İftira! İftira!”

 

Manzarayı göremediklerinden söylenen bir grup teyze masalarını yanımıza çekiyorlar. “Kusura bakmazsanız… özür dileriz…” Sorun olmadığını söylüyorum. Lider teyze bundan cesaret alıp yanıma geliyor. Adımı soruyor, utana sıkıla “Aziyade.” diyorum.

“Bir yerden tanıdık geliyor bu isim.”

“Duymamışsınızdır, sanmam.” Pierre Loti’nin Aziyade kitabını çantamdan çıkarmamaya yemin ediyorum. Lider teyze biraz düşündükten sonra omuz silkiyor. “Hatırlayamadım.” Sonra anlatmaya başlıyor. Büyükada’da yaşıyormuş da, gençliğinde İstanbul çok daha güzel bir yermiş de, Araplar iyice çoğalmış da… Knut boğazını temizliyor. “100 yıl öncesinden daha çok olduğunu sanmıyorum.” Hans omzunun üstünden çevreyi kolaçan ediyor. “Geldiğimden beri söyleyeceğim diyorum, unutuyorum. Suriyelilerde bir azalma var sanki!”

 

Tostlarımızı bitirince gezelim diyoruz. Yine mezarlıkların arasından geçiyor, arada durup İstanbul’u seyrediyoruz. Çalışkan aile mezarlığında kocaman bir ağaç büyümüş. “Epey çalışkanlar.” diyor Knut. Alaycılığında bir şefkat seziyorum. Hans da gergin bir şekilde onaylıyor. “Ah, ölülerin yanından geçmek tüylerimi diken diken ediyor!”

Yine teleferik sırası beklemeye takatimiz yok. Çürümeye yüz tutmuş merdivenlerden inmeye başlıyoruz. On beş dakika sonra az evvel izlediğimiz manzaraya katılmış oluyoruz. Tramvaya binip Balat tarafında iniyoruz. Şimdi hepimiz epey yorulduk. Ama Gül Camii’ni görmeyi istemiştim.

Başlıyoruz yürümeye, navigasyon “Güney doğu yönünde ilerleyin.” diyor. “Hızınızı düşürün.” İsmi şimdi hatırıma gelmeyen bir sinagogun yanından geçiyoruz. Birkaç çıkmaz sokağa sapıyoruz. Sonunda Gül Camii çehresini peçe görevi gören binaların ardından gösteriyor. İçeri girmeye uğraşıyorum ama kapı kapalı. “Nasip değilmiş.” diyorum. Bankta oturan amca bizi seyrediyor. 

 

Yavaş yavaş güneş batıyor. Hotele gitmeden önce marketten kendime atıştırmalıklar alıyorum. Yürüyoruz. Fatih Camii görünüyor. Avluda oturup fanta içiyoruz.

“Siz burada bekleyin.” Kalkmak için hazırlanıyorum.

“Yarın ne yapalım?” diye heyecanla soruyor Hans.

Knut pantolonundaki toprağı silkeliyor. “Sultanahmet’e gidelim.”

“Bir arkadaşımla buluşmam lazım. Doğum gününü kutlayacağız.” diyorum.

Ne Hans’tan ne de Knut’tan eser kalıyor. Fatih Camii’nin avlusunda oturmuş fanta içiyorum. 

Bir yorum yapın

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz.