05 Aralık 2021
Kategori: Yazılar
Bu yolun durakları çok süslü. Hepsinde bekleyen binlerce yolcu var. Kaldırımları kim yaptı, sokak lambalarını kim dikti bilmiyorum. Sadece bunların ihtiyaçları karşıladığını görebiliyorum. Şahane otobüsler önümden geçiyor, içlerine şahane giyimli insanlar biniyor. Şoförleri kim işe alıyor bilmiyorum. Tekerlekleri kim takıyor, benzin istasyonlarını kim kuruyor, dinlenme tesislerini kim açıyor… bilmiyorum. Ama hepsi müthiş bir düzene hizmet ediyor.
“Mısır gevreğine süt ekleyenler otobüsü”
“Süte mısır gevreği ekleyenler otobüsü”
“Yeni şeyler deneyip başarısız olanlar otobüsü”
“Yeni şeyler denemeyip başarısız olanlar otobüsü”
İnsanlar güzel güzel binip kendilerine ayrılan yere oturuyorlar. Ama ben her seferinde aynı sesle yerimden sıçrıyorum. “YETERSİZ BAKİYE”
Bundan bir sene kadar önce buz gibi balkon mermerine çıplak ayakla basarken üstüme gelen ve tüylerimi diken diken eden soğuk hava dalgasını umursamadan Burger King tabelası gibi parlayan ayı seyrediyordum. Gözlüğümü takıp bakıyor, inceliyor, notlar alıyor, sonra gözlüğümü çıkarıp bakıyor, inceliyor ve daha çirkin bir el yazısıyla notlar alıyordum. Ev sakinleri çoktan yatağa girmiş, sıcak yorganlarının altında geçirdikleri günün stresiyle bilinç altlarına yerleştiğini fark etmedikleri detaylarla bezenmiş düşler görüyordu. Karşı apartmanın ışıkları sönmüştü ve sokak lambalarının altında beliren her siluet korkutucu bir yalnızlık taşıyordu. Gözlüksüz olduğumdan mı bilmiyorum, sabah olmadan evvelki şu son birkaç saatte sokakta dolanan insanların yüz hatları tanınmaz hale geliyordu. Bir sır saklıyor, başka bir karaktere bürünüyor gibi çiğnenen dudaklar ile soğuğun etkisiyle kısılan gözler. Geceleri kim neyi bekliyordu, sabahtan başka? Bilmiyordum. Ama bu mistik hava ve sabaha kalmayacak sis hoşuma gidiyordu. Ben, geceyi dostum olarak görecek kadar haddimi aşabiliyordum bazen. Karanlığın kucaklayıcı yanını bana gösterdiğine, ve beni olduğum gibi, pijamalarımla kabul ettiğine yemin edebilirdim. Biz başkaydık, diğer insanların rutinlerinden farklıydık. Sabah uyanıp, işe gidip, öğle arasında sandviç yemiyorduk. Ve trafikte ufak tefek sinir krizleri geçirdikten sonra eve dönüp koltuğa oturduğumuz gibi uyuyakalmıyorduk. Gece ve benim kendi zaman dilimimiz vardı. Diğer tüm dilimlerden daha lezzetliydi.
Yoldan geçen birinin bana çarpmasıyla irkildim. Kış, en sevdiğim mevsim. Kendisine upuzun şiirler ve sıcacık şarkılar yazabilirim. Ama bugün üşüyorum, üstelik ellerim ceketimin cebinde.
Anlaşmamız var sanıyordum. Herkes yazlıklarını oflaya puflaya kaldırırken ben neşeyle kazaklarımı çıkaracaktım. Botlarımı temizleyip tatlı çoraplara yuva yapacaktım, evet anlaşma buydu. Kış da var gücüyle parlayacak ve geceyi de yanına alıp sırtımı sıvazlayacaktı. İlla kar olmasına, dolu yağmasına, gök gürlemesine lüzum yoktu, bunlar ekstra paket sayılıyordu. Bizim anlaşmamız daha ziyade temel konuları kapsıyordu. Sade olduğundan devam ettirmesi kolaydı.
Ama bugün üşüyorum, ve güneş batmadan kendimi evde buldum. Perdelerim kapalı, ay ışığı içeri süzülmüyor. Kedim az önce rüyasından irkilerek uyandı. Ben de yolda birinin bana çarpmasıyla irkilmiştim. Yüzünü görmedim. Şimdi başım ağrıyor, uykusuz bile değilim. Makul bir saatte yatıp, makul bir saatte uyanacak ve okula gideceğim. Öğle yemeği yiyecek, trafikte servis şoförünün sinirle savurduğu küfürleri dinleyecek ve eve geldiğim gibi kendimi televizyonun karşısındaki koltukta bulacağım. Gözlerim kapanır gibi olacak ama yaklaşan sınavlarım yüzünden kendimi zorla kaldırıp masamın başına oturtacağım.
Şimdi düşününce, tek üşüdüğüm gün bu değil.
Kocaman, koyu gri binaları incelediğimi hatırlıyorum. Karmaşık mimarileri gözümü almıştı. O ana dek boyumun uzun olduğundan emindim ama kalbimin alanı gittikçe daralıyordu. Duvarlar üstüne üstüne geliyor, daha hızlı atmasını sağlıyordu. Gökyüzü manzarasını kesen apartman daireleri her geçen dakika benden uzaklaşıyor, uzay boşluğuna yaklaşıyordu.
Arkadaşımın hırkasını çekiştirip “Eve gidelim.” demiştim. “Hava kararıyor.” Gece somut ve akışkan bir hale gelmiş, avuçlarımın içini kaşındırmıştı. Her yerden bana bakıyor, adımlarımı seyrediyordu. “Eve gidelim hadi. Çok üşüdüm.” Kış yerlere kadar uzanan beyaz paltosunu omuzlarına atmış acele etmeden beni takip ediyordu. Uzattığı elleri omzuma değecek gibi oluyor, ben hızımı artırınca arkada kalıyordu. Yanımızdan geçen otobüslerden 60’ların sevimli parçaları duyuluyordu. Ricky Nelson şöyle diyordu: “Takip edeceğim seni, nereye gidersin git takip edeceğim. Yeterince derin bir okyanus, yeterince yüksek bir dağ yok seni benden uzak tutacak.”
Güneş binaların ardında gözden kayboluyor, arkadaşımın yüz hatları birbirine karışıyordu. Bozuk gözlerimin görüş alanı daralıyor ve görüntünün kenarları kararıyordu. “Öyle söylemeyecektim.” dedim. Şimdi arkadaşımın burnu alnına kadar çıkmış, sağ gözü yanağına inmişti. Picasso’nun paha biçilmez bir eseri gibiydi ama daha ziyade rahatsız ediciydi. “Aklımdakileri doğru şekilde ifade edemiyorum.”
“Neden bahsediyorsun sen?”
Gece bir aşağı bir yukarı akıyordu. Yıldızlar binalara karışıyor, pencerelerin şekli bozuluyordu. Adımlarını hızlandıran kış omzuma kar taneleri bırakıyordu. “Önemli değil.” dedim.
“Kartında para yoksa taksiye binelim.”
“Taksi duraklarını da mı onlar yaptı?”
“Kimler?”
“Otobüs duraklarını yapanlar.”
“S-sanırım. Kimin yaptığını bilmiyorum gerçi.”
Adımlarımı yavaşlatıp “Öyleyse yürüyeceğim.” dedim. Kışın maviye çalan beyazlıktaki parmakları boynuma çarptı, irkildim.
Şimdi benim siluetimde bir yalnızlık görünüyor. Ve hala bir sonraki adımdan ödüm kopuyor. Arkamdan gelen topuklu sesi beni bazen geriyor, bazen de huzur veriyor. Doğrusu yalnız kalmak istemiştim. Ama kaldırımı da onlar yapmış.