26 Eylül 2018
Kategori: Yazılar
Bir gün durup kendi kendime dedim ki: “Bundan sonra en sevdiğim çiçek ayçiçeği.” Böyle bir şey söylemem yersizdi belki ama ben yine de uzun bir süre ayçiçekleri hakkında düşündüm. Onlardan önce en sevdiğim çiçek papatyaydı. Fakat herkes onları sevip, onlara şiir, şarkı yazıp durunca kalabalığın verdiği etkiden soğudum.
Gördüğüm bir ayçiçeğine fısıldadım. “Sen benim gizli hazinemsin. Herkesin seni sevip, bilmesini istemiyorum. Hayatta ilk kez cimrilik yapmak istiyorum. Sen ne düşünüyorsun?”
Benim Kore’ye gelişim, ayçiçeklerinin konuştuğu döneme denk geldi.
Havaalanına indiğim an kalbimden bir mesaj aldım. “Dikkat: Burada yaşayacağınız şeyler uzun süre aklınızda kalacaktır. Ona göre hazırlığınızı yapın. Sonra “Vay efendim ben bilmiyordum… Vay efendim ben ne bileyim böyle olacağını…” demeyin. Zihninizde burada geçireceğiniz güzel anılar için yer açın.” Gülümsedim ve iki bavulla dışarı çıktım. Burnum bir baharat kokusu aramadı değil, fakat çiçek gibi kokan ablamdan başka koku yoktu etrafta. “Buraya gelenler de şu baharat işini fazla abartıyor.” dedi kulaklarım. Burnum çıkıştı: “Siz kendi işinize bakın.”
Etrafa biraz göz gezdirince dudaklarım bir kahkaha patlattılar. “Bu ülke lego gibi.” Bir süre neden öyle demiş olabileceklerini düşündüm. Yumuşak hava yanaklarımı okşarken binaların sırıtışlarını izledim. Hepsi birbirleriyle uyum içindeydiler. Güneşin gözlerime doğru gelen sarı ışıkları etrafa retro bir imaj veriyordu. Gözlerim açılıp kapandılar. “Kirpikleer! Dikkat edin! Sel geliyor.”
Duygusal bir ruh haliyle adımlarımı atarken geçtiğimiz duvarlara baktım. Güzel resimler çizilmişti. İlginç olan şuydu ki, şehir resimlerden bile güzeldi. Duvardaki iki kız bana el salladı. Onlara gülümsedim ve kaldırıma takılmış bavulumu çektim.
İlk durağımız Hongdae’ydi. Her zaman taktığım kulaklıklarımı çıkarttım ve sokaktan yayılan müziğin kokusunu içime çektim. Sevdiğim şarkılar…unuttuğum şarkılar… ileride seveceğim şarkılar… ağzıma takılan şarkılar… gece zihnimde dolandığı için uyuyamadığım şarkılar… hepsi geldiğime sevindi ve reverans yaptılar.
Sokaktaki şarkılar hayatımda neler olup bittiğini anlamam için çalıyor gibiydi. Dizi içerisinde yaşıyormuşçasına dolandım etrafta. Eddy Kim’den You’re So Beautiful şarkısı beni dürttü. “Şey şu an hoplayıp zıplayıp sırıtman gerek. Çok sakinsin!” İkon’un Killing Me şarkısı ileriden seslendi. “Biraz daha ‘ölüyorum, mutsuzum’ havalarına giremez misin? Hiç mi kötü şey yok hayatında?” Urban Zakapa’dan I Don’t Love You hıçkırırken bağırdı “Aşk acın da mı yok senin be ruhsuz!” Lasse Lindh’in seslendirdiği ‘Hush’ şarkısı beni kolumdan çekip tüm o sorulardan uzaklaştırdı. “Sadece yorgun. Kızcağızı biraz rahat bırakın.” Ayaklarım ağlayarak onayladılar.
Gitar şeklinde yapılmış anahtarımla kapımı açarken bir ayımı geçireceğim odaya baktım. O da bana baktı ve dedi ki: “Niye boş boş bakıyorsun? Eşyalarını yerleştirsene.” Haklıydı, şiirsel bakışlarımı bir kenara bırakıp kıyafetlerimi dolaplara koydum.
Ertesi gün pek çok ünlünün olduğu, İncheon şehrindeki bir konsere gittik. İnsanlar bize albümler, defterler, yelpazeler, silgiler, kalemler verip durdular. Yolculuk için, hatta konserin kendisi için bile para istemediler. Cüzdanım hınzır hınzır güldü. Mantığımın kafası karışıktı. “Bir dakika bir dakika… Ne demek her şey bedava? Neden bunu yapıyorsunuz?” dedi. Hızlı hızlı atan kalbim kendi çayırında dolanırken sıcak bir gülümseme takındı. “Öyle deme. Belki sadece iyi insanlardır.” Tecrübelerim bütün vücudumu sarsacak bir kahkaha patlattı. “Hadi ordan hahahhahahah! İyi insanmış puahahah!”
Tüm ünlüleri en ön yerde izledikten ve onların sıcak selamlayışlarına karşılık verdikten sonra dönmek için otobüslere bindik. Endişelerim tırnaklarını yediler. “Şimdi kesin hepimizden para isteyecekler.” Bir-iki saat sonra Seul’e varmıştık. Çıkarken görevli kıza teşekkür ettim, o da sanki tüm bu hizmetleri veren benmişim gibi içten bir gülümseme takınıp elimi sımsıkı tutarak teşekkür etti. Mantığım öylece kalakaldı.
Seul’de en çok sevdiğim yer İnsadong. Etraftaki tarihi yerleri ve o eski, tozlu hissi çok seviyorum. Ablamın gitarı bozulduğu için tamire götürmemiz gerekti. İlk başta normal bir dükkâna gideceğimizi zannetmiştim. Fakat gittiğimiz yer bambaşkaydı… Gözlerim, etraftaki gitarları, kemanları, müzisyenleri hayranlıkla seyretti. “Ben de buradayım.” Cılız ve puslu sesin geldiği yöne baktım. Kahverengi tahta bir piyano. Gözlerim kirpiklerime bir sel uyarısı daha yaptılar. Uzun zaman önce çalmayı bıraktığım piyano asil tavrından taviz vermeden kızgın ses tonunu öne çıkarttı. “Hatırlayabildin mi beni?” Başımı hafifçe salladım. “Artık geri dönsen iyi olur.” Kendi kendine bir parça çaldı. Dudaklarım sessizce fısıldadı: “Song of rain…” Kulaklarım ve kalbim notaları dinlediler. “Artık geri dönsem iyi olur.”
Yaşadığım üzücü bir olay yüzünden sokakta ablamla sessizce yürüyorduk. “Neşelen.” dedi. Beynim de şöyle cevap verdi: “Sen sus.”
Dolu yağışı olan gözlerim sokağın karşısındaki kulübemsi yerde duraksadılar. Ablam gülümsedi. “Girelim mi?” Başımı onaylarcasına salladım. Yeşil ağırlıklı bir tablo, mistik eşyalar, klasik müzik… Merdivenlerden aşağı inerken kalbimden bir mesaj daha geldi. “Dikkat: Başka bir dünyaya giriş yapılıyor. Onaylıyor musunuz?”
Bir sürü kuş çizilmiş tavanı incelerken, oranın sahibi olduğunu tahmin ettiğim güler yüzlü amca bizi kafenin ortasındaki küçük odacıklardan birine oturttu. Sipariş verdikten sonra daha büyük bir odacığın duvardaki resimlerine baktım. Kocaman çayırlar, ağaçlar, kulübeler… Kafenin pek çok yerine ulaşan yaprakları ve onların aralarındaki kuş evlerini gülümseyerek inceledim. Bana manidar bir şekilde bakan piyanoyla göz göze gelmemek için çabucak yanından geçtim. Duvara yaslanan ağaç gibi bir şeyin (tam olarak hatırlayamıyorum) üstündeki şeylere bakarken ablam da ben de gözlerimizi fal taşı gibi açtık. Müşteriler tarafından hesap kağıtlarına çizilmiş resimlerle doluydu. “Vaaah.” dedim kendi kendime. Herkesten yetenek akıyordu. Kompleksim gözlüklerinin üstünden baktı. “Sen hayatta böyle şeyler çizemezsin. Aptalsın sen. Şu tipe bak yaa…”
Çok iyi resim çizen ablam da bir hesap kâğıdı istedi. Ressam bir kızı (kendisini yani) resmettikten sonra yanına Korece “Anlatamıyorsan, çiz.” yazarak sanat eserini tamamladı. Kafenin sahibi gülümseyerek resmi aldı ve vedalaştık. Dışarı çıktığımız an ağzı açık olan kalbim, “Vuaaa burada yaşamalıyım!” dedi fakat beynim onun bu saçma hayalini aşağılamaktan geri kalmadı. Ayaklarım zırlayarak, “Yeter artık Allah aşkına eve gidelim!” diye yalvarıp yakardıkları için eve döndük.
Kore’deki otobüslerde uyumayı çok seviyorum. Günün tüm yorgunluğu o anda akıyor ve kafamı iyice toparlayabiliyorum. Bir ilham gelecekse o an geliyor, bir nota hatırlanacaksa o an hatırlanıyor… Yine o gece pencereye başımı yasladım ve gözlerimi kapadım. Hayaller ve güzel düşüncelerle yolculuğumuz başladı. Ablamın beni dürtmesiyle irkildim. “Bak bak camii!” Onu daha önce hiç böyle heyecanlı görmüş müydüm? “Bak camii bak!” Gösterdiği yöne doğru koştu bakışlarım. Kapkaranlık yollar, birkaç haç, farklı dinlere inanan insanların yaşadığı evler… ve yeşil ışıkla aydınlatılmış minareler. Tüm şehrin umut ihtiyacını karşılayan o iki güzel minareyi izledim. Ablam otobüsteki insanların bakmasını umursamadan bir kez daha küçük bir çığlık attı… “Bak camii! Ne kadar güzel değil mi?” O an Kore’de karşılaştığımız Müslümanları düşündüm. Başörtüsünü, şalını bambaşka bağlamış kızlarla bizi birleştiren o tek cümleyi… Yolda yürürken göz göze gelirdik ve “Selamün aleyküm.” denmesiyle beraber rahatlamış bir gülümseme yayılırdı yüzümüze. Bazen söylediğimizi duymazlardı ama biz yine de gülümserdik. Siyahi veya beyaz… Mezheplerimizi bilmiyorduk. “Selamün aleyküm.” Dudaklarım gülümsedi. Her daim hızlı atan kalbim biraz daha yavaşladı. Huzur mu deniyordu bu duruma? Galiba huzurluydum. “Selamün aleyküm.”
Busan şehrinin içimde bıraktığı his pek tarif edilir bir his değil. Haeundae Sahili’ne gittiğimizde kendimi çok boş hissediyordum. Bunu kötü anlamda söylemiyorum. Hafiflemiş gibiydim. Etrafımdaki insanlar şeffaftı. “Yalnızım…” yazıyordu birinin üstünde. “Mutsuzum…” yazıyordu ötekinde. “Ailemle geldiğim için huzurluyum…” Gözlerini denizden ayırmayan ve yalnız oturan kişiye baktım. “Yoruldum…” Yukarı bakmaya çekiniyordum. Bende ne yazıyordu? Kalbim kendini hafifçe hırpaladı. “Bakma! Belki kırılırım!” Beynim umursamaz bir şekilde göz devirdi. “Sen de amma Yeşilçam filmi izledin beee! Bak kızım bak. Merakta kalmandan iyidir. Mantıklı olanı bu.” Kafamı çekingen bir şekilde kaldırdım. “İç çekiş…”
Yerimde duramayan, her şeyden çabucak sıkılan bir insan olarak karşımda dalgalanan denize sonsuza dek bakabilirmişim gibi hissediyordum. Bazen dalgalar öyle şiddetli oluyordu ki ayakucuma değecek gibi geliyordu. Umursamadım. Deniz beni içine alsa bile umursamayacaktım. Birkaç yaprağı kopmuş ayçiçeği yanıma geldi ve oturdu. İkimiz de konuşmadan denizi izledik.
Seul’e döndüğümüzde kaldığım yerin terasına çıktım. Sevdiğim şarkıyı orada dinlemek istiyordum. Az evvel üstüne yağmur yağmış ve uzun zamandır kimsenin oturmadığı sandalyeler beni görünce heyecanlandılar. Karşımda tablo gibi duran Namsan Kulesi’ne baktım. “Kimsenin vakti yok gelip seni burada izlemeye. Sen bu şehirdeki herkesin bildiği, çoğu balkondan görülen ve her kartpostalda olan koskoca Namsan Kulesi’sin... Yine de şu kaldığım binadan bile daha yalnızsın değil mi? Durduğun tepe senin zindanın değil mi?” Düşüncelerimi dışarı yansıtmadım. Namsan Kulesi içimden geçenleri duymuşçasına acı bir ifadeyle bana gülümsedi. Yanımda ağlamak istemediğini düşünüp odama geri döndüm.
Seul’deki en güzel yerlerden birine geldi sıra… Gyeongbokgung Sarayı. Giydiğimiz Hanboklarla (Kore geleneksel kıyafeti) gezerken kendimi en sevdiğim dizi olan Moon Lovers’taki Hae Soo gibi hissediyordum. Umudum cılız bir ses tonuyla sordu: “Zamanda hiç mi yolculuk edemeyiz?” Kısa bir süre sessizlik oldu. Mantığım cevap verecekti fakat umudumun titreyen dudaklarını görünce bir şey söylememeye karar verdi.
Bir sonraki durağımız Jeonju’ydu. Rüya Jeonju… Tüm şehri avucumda kartopu gibi sıkıştırıp kalbime koymak istedim. Geldiğim gibi selamlaştığım ayçiçeklerini, başörtülerimizi inceledikten sonra “Yebbo yebbo! (Güzelsiniz güzelsiniz!)” diyen ve sırıtan teyzeleri, bizi görünce annelerine işaret eden, kollarımızı açınca hemen sarılan küçük çocukları, üstümüzdeki hanbokları görünce memnuniyet dolu bir ifadeyle yürüyen amcaları, lezzetli yemekleri, her birinin anlamı olan tüm o çiçekli yüzük ve kolyeleri, hatırlamalıyım...
Yine bugün İnsadong’dan yorulmuş ayaklarımla dönerken karşı sokaktaki ayçiçekleriyle gözüm buluştu. Hemen yanımdaki yerde de ayçiçekleri vardı. Söyleyecek bir şeyleri varmış gibi hissettim. Doğru hissetmişim.
“Sen de bizim gizli hazinemizsin.”
Yaşadığım şeyler burada anlattıklarımdan kat be kat fazladır fakat bazı anılar sadece kalbimde kalmak için ısrar etti. Kore’de anladım ki, gördüğüm en güzel şeyler hep insanlara tarif etmek istemediğim şeylerdi. Fotoğraflarım, küçük notlarım ve anılarım şimdilik bende kalacaklar. Belki ileride bir gün onlarla da sizi tanıştırırım.
İnşaAllah bu yazıyı çabucak okuyup bilinçaltınızın derinliklerine gömmüşsünüzdür. Lütfen sadece gerçekten yalnız olduğunuzu hissettiğiniz zaman yeniden ortaya çıkartın.
İşte o zaman benim güzel ayçiçeklerim,
sizin dostunuz olacaklar.
Yorumlar (7)
나비
Çok çok güzel...
Seni çok seviyoruz.
나비
yanıtla
Leselya Koko
yanıtla
Mehmet ali verçin
Tebriklerimle başarılar diliyorum.
yanıtla
Leselya Koko
yanıtla
İlhami Atmaca
Ben uzun zamandır Fatma Albayrak hayranıyım. (Fanı da diyorlar)
Iyi ki de öyleyim.
Yoksa böyle nefis metafor ve tasvirler (betimleme de diyorlar) ile yazılmış bu ustalıklı yazıdan bihaber kalacak, öylesine yaşayıp gidecektim.
yanıtla
Leselya Koko
Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim İlhami Amca! Ve estağfirullah, asıl ben size hayranlık duyuyorum :)
yanıtla
Hakan Albayrak
yanıtla