19 Nisan 2022

Tuhaf çocuklarla tuhaf konuşmalar

Kategori: Yazılar

Leselya K.

Tuhaf çocuklarla tuhaf konuşmalar

Şimdiye dek Nobel’i bir kez reddetmiş, iki Kafka ve bir Pulitzer kazanmış olmalıydım. Konuşmam hazırdı, diğer yazarlar gibi boğazımı temizleyerek ciddi bir ifadeyle mikrofona yaklaşacaktım. Önce teşekkürler gelecekti, editörüme minnetimi bir iki kelimeyle özetleyecek, elimi kalbime götürüp dolu gözlerimi salondaki dudakları hayranlıkla aralanmış insanların üzerinde gezdirecektim. Sonunda tüm gençlere ilham verici birkaç söz söyleyecek, hemen ardından kendime, yıllar önceki halime “Başardın!” diyecektim. Kameraya dönecektim, “Ve ben başardıysam, siz de başarabilirsiniz.”  

 

Büyük hayalleri olan bir çocuk olduğum su götürmez bir gerçek değil mi? 19 yaşına geldiğimde kariyerimin zirvesine ulaşacağımı sanıyordum. 25-26 yaşlarındayken de artık ünden usanırdım herhalde. İsviçre dağlarında bir kulübe arayışına girerdim. Ah, fedakâr editörüm yeni kitabımda düzeltmeler yaparken (tabii düzeltilecek bir şey bulursa!) bir yandan da taşınma işlemlerimle ilgilenirdi. Bir elimde Fransızca sözlüğü, bir elimde gravyer peyniri, onun yaptığı telefon konuşmalarını dinler, dikkatini dağıtıp dağıtmadığımı önemsemeden “Bahçesi de olsun!” derdim. “Ve krep yapıp satabileceğim bir stant istiyorum!” Paraya ihtiyacım yoktu tabii. İlk milyarder romancıydım ne de olsa. Fakat bu parayı yardıma harcamayı tercih ediyordum. Editörüm derneklere uzattığım çeklerden hoşlanmıyordu. Ona göre fazla ‘sade’ bir yaşam sürüyordum. Bu saf ifadeye gülüp geçiyordum. Ben, göründüğü üzere, anlaşılmayan bir yazardım. Ölümümden birkaç sene sonra çekilecek, Martin Scorsese’nin genç bir versiyonunun hazırladığı belgeselde özenle her gün yazdığım ve enteresan bir şekilde içinde hiç dedikodu bulunmayan günlüğüm ele alınacak, kulübemin tahtalarının arasına bıraktığım mektuplarımın anlamı sorgulanacaktı. “30 yaşından sonra pek insan içine çıkmadan yaşamını İsviçre’deki bahçesinde krep yaparak geçirdi. Pankekten hoşlanmazdı.” denecekti arkamdan. Yarım bıraktığım kitabımı yakın bir dostum tamamlayacak, adını da Requiem koyacaktı.

Ne güzel hayallerdi bunlar! 8 yaşındaki ben, gerçek olmadıklarını öğrense ne hissederdi acaba…

 

Çocuklardan pek hoşlanmıyorum, onların da benden hoşlanmalarını beklemiyorum. Herhangi bir alışveriş merkezinde yere düşen bir bebeği gören ablam bu tatlılık karşısında bayılacağını söylüyor, bense bir iş adamının kaldırıma kapaklanmasından daha çok ilgilenmiyorum bu durumla. Annemin Instagram keşfet sayfası minik insanların sevimsiz dans videolarıyla dolu. Günde on bir kere beni yanına çağırıp havlayan bebek videoları yahut bebek sesi çıkaran köpek videoları gösteriyor. Babama yardım sinyalleri göndermeye çalıştığımda ise telefonundan çıkan çocuk kahkahalarını duyuyorum. Bu ev, gerçekten tuhaf insanlarla dolu.

Evet, çocuklardan hoşlanmadığım doğru. Ama bu onların benimle vakit geçirmekten keyif almadığı anlamına gelmiyor. Korkunun ve tiksintinin kokusunu alıyor gibi bana daha çok yaklaşıyor, peşimi bir türlü bırakmıyorlar. Yapış yapış elleriyle yıllardır tertemiz tuttuğum oyuncak ayılarıma, daha da önemlisi, kedime saldırıyorlar. Hayatım boyunca, tıpkı onlar gibi çocukken bile, gazaplarından kurtulmak için pek çok teknik denedim. Odamdaki her bir ilgi çekici objeyi dolaplara kapatıp kulpları bantlamak gibi. Ya da kapımı kilitleyip anahtarı okyanusa atmak gibi. Uyuyor gibi yaparak, kapalı ışıkların altında kıpırdamadan durmak gibi. Akıllı davranan tüm çocuklara altın renginde kesilmiş kâğıttan yıldızlar vermek gibi. Ama tüm bu planlarımın ardından kendimi yerde, birinin üstünde zıpladığı başıma buz tutarken buldum. Misafirlikteki çocuk grubunun lideri kulağıma doğru bağırıyordu: “Bir parça kâğıtla bizi kandırabileceğini mi sandın?!” Rakibimi hafife aldığım doğruydu.

Bu travmatik tecrübelerin ardından büyüyüp üniversite çağına geldiğimde, artık çocukların pataklayabileceği kadar çaresiz ve zayıf değildim. Eskiden hayranlık duyduğum havalı ablalar gibi umursamaz bir şekilde kendi işime bakabiliyor, “Sınavım var.” diyerek odama çekilebiliyordum. Bu çoğu orta-derecede zeki olan küçük insanı benden uzak tutuyordu. Fakat bazıları vardı ki (onlara cesaretleri için saygı duyuyordum) kapımı tıklatıp içeri girmek için izin alıyor ve yaptıklarımı inceliyordu. Düzensiz kitaplığıma hayran hayran baktıklarını görünce ister istemez elim Küçük Kadınlar’a yöneliyordu. “Al bakalım. Belki beğenirsin.” diyor ve işime bakıyordum. Bu sefer biraz yüksek-derecede zeki çocuk Orta Çağ dersim için aldığım notlar karşısında şaşkınlık içinde kaldığından alt dudağı üst dudağından ayrılıyordu. “Çok ciddi görünüyor.” diyor, arkadaşlarımın okuyamadığı için dalga geçtiği kargacık burgacık yazımı takdir etme nezaketini gösteriyordu. Yalnız ben gardımı indirmiyor, kalbimin yumuşamasına izin vermiyordum. Çocukların hangi kelimeleri bilip hangilerini bilmediğinden emin olmadığım için cevaplarımın fazla kompleks kaçmasından endişe ediyordum bir yandan da. Çocuğun konuştuğumda anlayamadığı pek çok şey olduğunu gergin yüz ifadesi belli ediyordu. Beni ilgili bir şekilde dinledikten sonra soruyordu: “Etimolojik köken ne demek?”

Ona verdiğim kitabın kapağını nazikçe okşayan çocuk bu sefer duvarda asılı, aylardır elime almadığım ukuleleye dönüyordu. “Çalabiliyor musun?” diye şakıyordu heyecanla. “Birkaç akor.” diyordum. “Dinleyebilir miyim?”

Ukuleleyi alıp çok çalınmaktan yıpranmış tellerine bakıyordum. “Bunu aslında, şarkı söylerken kendime eşlik edebileyim diye satın aldım. Ama senin karşında hayatta ağzımı açmam.” Yüzünü ekşitiyordu, “Neden? Lütfen! Yalvarırım!” Önce bu teklifi kesin bir dille reddediyordum. Fakat çok geçmeden bakışlarım yumuşuyor, Peter, Paul and Mary’den 500 Miles’ın ilk birkaç akorunu çalıyordum. Zayıf sesim titremiyordu. “If you miss the train I’m on, you will know that I am gone. You can hear the whistle blow, a hundred miles. ”

Çocuk küçük elleriyle alkışlıyordu beni. “Ne güzel söyledin.” diyordu. “Sesine bayıldım abla!” Ukuleleyi ona uzatıyordum, “Oynayabilirsin bununla.” Bir yandan da gözlerinde yalakalığa ve çıkarcılığa dair çirkin bir parıltı arıyordum. Ama ne kötülük ne de iyilikle karşılaşıyordum. Saydamlıkta rast geldiğim tek şey saflıktı.

Ebeveynleri çocuğun ortadan yok olduğunun yeni yeni farkına varıyor, “Haydi kalkalım!” diye sesleniyordu. Sessizce ödevimi yaparken yüzüme konan gülümsememin söndüğünü hissediyordum. Çocuk çıkarken son kez ufacık, karmakarışık odamın duvarlarına astığım, Marburg’da bir ormanın girişinde bulduğum yağmurdan ıslanmış kart postallara bakıyordu. İç çekip, “Bir gün benim de böyle bir odam olsun istiyorum.” diyordu. Birkaç dakika sonra boş kalmış evin sessizliği beni hüzünlendiriyor, kendimde eksik gördüğüm her şeyin nasıl da tamamlanmaya başladığını düşündükçe dudaklarımda melankolik bir tebessüm beliriyordu.

 

Sanırım bir sokakta çocukluğumla karşılaşırsam, Pulitzer’den bahsetmeden evvel bana “Nasılsın?” diye sorar.

Yorumlar (2)

  • S

    S

    20 Nisan 2022 16:02 zamanında |
    Kafandakileri gerçek yaşantınla irdeleme şeklin çok güzel. Çocukları sevmemene şaşırdım ama bence gidişlerinin içinde bıraktığı burukluk, söylediklerinin tam tersini ifade ediyor.

    Bir de sen onları sevmiyorsun belki ama onlar seni çok seviyor. Çocuklar herkesi sevmez, kıymetini bil. :)

    yanıtla

    • Leselya Koko

      Leselya Koko

      20 Nisan 2022 22:34 zamanında |
      teşekkür ederiim! Çocuklarla iyi anlaşıyoruz bence de, yeter ki kedime dokunmasınlar :)

      yanıtla

Bir yorum yapın

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz.