24 Ağustos 2020
Kategori: Hikayeler
Bir iş adamının çantası koluma çarpınca irkildim. Sokakta yaşarken doya doya uyumak epey zordu. Ya az önceki gibi bir çantayla uyandırılırdınız ya da sabırsız bir sürücünün bastığı kornayla. Eğer şanslıysanız birkaç veledin size dik dik bakıp fısıldaştığını da görebilirdiniz.
Esneyerek bankın öteki tarafına döndüm. Bu gereksiz insanlara bakarak zamanımı harcayacak değildim ya! Fırından sıcak ekmeklerini alan babaların tatlı tatlı çocuklarına sarılması midemi bulandırıyordu. Teyzelerin balkondan balkona sohbet etmesi de… Hele o etrafa saf saf gülümseyen aşıklar!
Herkesin gidecek bir yeri var nedense. Çalışkan karıncalar gibi bir oraya, bir buraya… Hiç durmaz bu mahalle. Hiç sakinleşmez… Her gün aynı saatte apartmanların kapısı açılır, insanlar işine gücüne gider. Sevmem yaşadığım yeri. Yine de bu mahalledeki insanların aksine benim gidecek yerim yok. Ne şanslıyım! Tembellik edebileceğim, tasasız bir hayat! Kışın hava soğuk olur fakat yazın her şey mükemmel. Parkta çimlere uzanarak güneşlenmek öyle keyifli ki! Özenilecek bir hayatım var. Halimden epey memnunum!
“Duman!” dedi biri ben tam uykuya dalacakken. ‘Duman’ lakabından nefret ederim. Mahalleliler çok sigara içtiğim için bana böyle seslenirler. Belki de kafamın üstünde dikilmiş gri saçlarım yüzündendir, tam emin değilim… Kulaklarımı üstümdeki battaniyeyle kapatıp bana seslenen kişinin uzaklaşmasını bekledim.
Ne yazık ki öyle olmadı. Bıyık Bey tüm neşesiyle yanıma oturmuştu. “Duman! Duman! Hadi kalk! Herkes döküldü sokaklara, sen ne diye hala uyuyorsun?”
“Git başımdan.” dedim boğuk bir sesle.
“Böyle huysuz olma Duman. Hadi gel sana kahvaltı ısmarlayayım. Ali Bey’in restoranına gidelim.”
“O beni sevmez.”
“Seni sevmez de beni sever. Köşede görünmeden beklersin, yemeği kapıp gelirim.”
Bu cazip teklifi kabul etmekten başka çarem yoktu çünkü karnımdan gelen sesler bastırılamaz olmuştu.
Bıyık Bey’in isminin nereden geldiğini tahmin edersiniz diye düşünüyorum. Belki de etmezsiniz. İnsanlar pek zeki değil. Hayvanların da hakkını yemeyelim, onlar da aptal bence. Bu dünyada gerçekleri gören tek kişi olarak, sizin de zekanızdan şüphe ediyorum. Bu yüzden açıklama yapsam iyi olur:
Bıyık Bey’in bıyıkları çok uzun ve gürdür. Bu yüzden ona öyle sesleniriz. Kendisi her sabah beni uyandırıp bir şeylere ikna etmeye çalışır. Beni arkadaşı falan sanıyor herhalde. Fakat kesinlikle öyle bir durum yok ortada! Sadece canım sıkılınca peşimden gelmesine izin veriyorum o kadar. Sade ve yalnız olan hayatımdan memnunum. Kimselere ihtiyacım yok.
“Böyle parasız pulsuz nasıl yaşıyorsun? Sigara parasını nereden buluyorsun?” diyenler çıkacaktır elbette. Zeki olmadığınızın pekâlâ farkındayım efendim. Endişe etmeyin sorularınız cevaplanacak.
Telafi edilemez bir hatam yüzünden ailem beni evden attığında genç, tecrübesiz ve toydum. Birkaç oyuncağımın ve kıyafetimin olduğu küçük bavulla İstanbul sokaklarına terk edilmiştim. Yalnız kalan herkes hata yapa yapa yolunu bulur. Ben de önce birkaç çeteye girdim. Ardından da mafya işleri geldi tabii. Kuralsız hayat ümidiyle gezdiğim sokaklara çetelerin kuralları gölge düşürür olunca suç hayatını bir kenara bıraktım. Tek başıma yaşamak en iyisiydi. Boş boş konuşan kimse yok, ne yapacağımı söyleyen kimse yok… Hayatımın kontrolü tamamen benim elimde.
Mahallemi sevmem ama mahalleli beni sever nedense. Hep şu yuvarlak, masum, temiz yüzümden olsa gerek! Neyse… Bu konuda konuşmaktan pek hoşlanmam. Siz beni daha karanlık, yüzünde karizmatik yara izi olan bir kimse olarak hayal edin.
Dediğim gibi buranın insanı beni sever. (En azından bazıları… Şu az evvel bahsettiğim Ali Bey gibi olanlarsa hiç hazzetmez. Sanki ben onlara bayılıyorum!) Yaşamımı başkalarının yardımlarıyla sürdürüyorum. Her yıl Eylül’ün ilk günü Safiye Hanım hoplaya hoplaya merdivenlerden inip kalın bir battaniye uzatır bana. Katiyen teşekkür etmem. Sonuçta benim istediğim bir şey yok! Amacı vicdanını rahatlatmak herhalde.
Sonra yan sokakta Kasap Ahmet Bey vardır. Her hafta benim için ufak bir kutu bırakır dışarıya. Yemeğe epey düşkün olduğumdan Ahmet Bey’den gülümsememi esirgemem. Yani dudaklarım hafifçe kıvrılır demek istemiştim. Öyle çok sırıtan bir tip değilim.
Suyumu da parktaki çeşmeden içiyorum. Her mevsim buz gibi olur. Ne zaman içsem serinlediğimi hissederim bu sayede. Fakat serinlemeyi sevmem ki ben! Ilık, normal su olmak varken şehrin ortasındaki bu modern çeşme ne diye Alp Dağları’ndan akıyormuş gibi havalara giriyor ki? Bu dönemin çeşmeleri çok tuhaf! Eskiden böyle değildi. Edep, illaki edep!
Ali Bey’in restoranına varınca köşeye çekilip bizim Bıyık Bey’in hünerlerini seyretmeye koyuldum. “Günaydın Ali Bey! Pek yakışıklısınız bugün! Oradan bana bir buçuk pide gönderir misiniz? Oooo çoktan hazırlamışsınız! Sağ olun efendim sağ olun. Kusura bakmayın sabah sabah rahatsız ettim. Duman mı? Yok yok benim işim olmaz o hergeleyle! Biraz açım da ondan bir buçuk istedim. Sağ olun var olun!”
“Hergele mi?” dedim pideyi çiğnerken. “Sen bana hergele mi dedin?”
“Kusura bakma Duman… Pideyi vermeyecek diye endişelendim. Yoksa sana saygım sonsuz bilirsin.”
“Yok yok benim işim olmaz onunla, deseydin keşke.”
“Bugün ne yapalım? Sultanahmet’e mi gitsek? Bir-iki turist görürüz belki. Japonca öğrenmeye çalışıyorum da pratik yapmam lazım.”
“Duvarla konuşuyorum sanki!” dedim öfkeyle.
Birkaç köpeğin yanımızdan geçmesiyle duraksadım. “Ne iğrenç hayvanlar.” diye fısıldadı Bıyık Bey. Söylediklerini başımla onayladım. Gergin hava geçince yemeğime döndüm. Tam o sırada ilerideki evin penceresinde Maviş Hanım gözüktü.
Ah… Maviş Hanım… Ona böyle seslenirdim çünkü ismini bilmiyordum. Masmavi gözleri gökyüzünde gezinirken öyle güzel görünürdü ki! Açık renkli uzun saçlarına hayrandım. Bembeyaz boynunda inci gerdanlığı dururdu hep. Her gün aynı saatte pencereye çıkar dışarıyı izlerdi. Bu mahallede… Hayır hayır! Bu dünyada sevdiğim tek kişi oydu! Kim olduğumdan haberi bile yoktu… Yine de onu her gördüğümde midemin gıdıklandığını hissederdim.
“Seninki mi çıkmış yine?” dedi Bıyık Bey. “Kesin yakında evlendirilir. Boş boş hayal kurma derim.”
“Ne hayali? Memnunum ben hayatımdan. Yalnız olmakla bir derdim yok.” diye geçiştirdim sözlerini. Fakat gözlerim hala Maviş Hanım’daydı.
“Son zamanlarda kimse adamın tipine türüne bakmıyor. Direkt evlendiriyorlar kızları. Yazık...”
“Beni ilgilendirmez.” dedim sertçe. “Hadi oyalanmayalım! Ali Bey bizi görür diye korkuyorum.”
“Koca Göz’e mi uğrasak iki dakika? Geçen gün hava epey soğuktu. Üşütmüştür belki, hiç görmüyorum onu etrafta.”
“Tamam.” deyince Koca Göz’ün kartondan evine gittik. Orada değildi.
“Bu kaçıncı?” dedi Bıyık Bey öfkeyle. “Nereye kayboluyor bunlar, anlamıyorum! Göbeklitepe Bey, Fıstık Hanım, Paşa Efendi ve şimdi de Koca Göz!”
Ben de meraklanmıştım. “İlginç. Gidecek yerleri, yakınları yok ki!”
Bıyık Bey başıyla onayladı. “Keyfim kaçtı Duman. Galiba gidip yatacağım.”
“İyi!” dedim. “Zaten başımın etini yemiştin.”
Bankın üstünde bir o yana, bir bu yana dönüyordum. “Hayatımdan memnunum.” dedim kendi kendime. “Bir eksiğim yok. Her şey yerli yerinde. Kimseye ihtiyacım yok. Gayet rahatım.” Önümden geçen insanlara iğrenerek baktım. Sonra köpeklere de… Arabalara, bisikletlere… Sinirle battaniyeyi yere attım. “Hepinizden nefret ediyorum!”
Ertesi sabah “Duman! Duman!” diye seslenmedi kimse. Kendiliğimden uyandım ve etrafıma bakındım. Bıyık Bey uyuyakalmıştı herhalde. Yoksa hiç gelmezlik etmezdi. Rahatımı bozmayıp uyumaya devam ettim.
Birkaç gün daha geçti. Bıyık Bey’den ses yoktu. İçten içe iyi olup olmadığını merak etmeye başlamıştım. Esneyip banktan kalktım ve parkın ilerisindeki meşe ağacına gittim. Uyuduğu yerin hafif göçüğü duruyordu fakat kendisi yoktu. Etrafı biraz irdeledikten sonra Bıyık Bey’in de ortadan kaybolduğunu anladım.
Kasap Ahmet Bey’den kutumu alıp bankıma doğru giderken Maviş Hanım’ı gördüm. Bu sefer daha hüzünlüydü sanki. Dolu dolu gözleriyle gökyüzünü seyrediyordu. Ardından yanında bir başkası belirdi. Bembeyaz teni ve iri bedeniyle yakışıklı bir adam. Başımı öne eğdim ki bu manzarayı daha fazla seyretmeyeyim.
Hafif hafif yüzünü gösteren kış güneşi sayesinde etraf daha canlı görünüyordu. Mahallenin ölüsüne dahi katlanamazken şimdi herkesin böyle neşeli neşeli yürümesi sinirlerimi bozmuştu. Sırf eğlence olsun diye birkaç çocuğu rahatsız edip ellerindeki çikolataları düşürdüm. Ardından bankıma geçip güneşlenmeye başladım.
“Duman Bey.” dedi kısık bir ses. İstemeye istemeye döndüm.
“Ciddi Palyaço! Burada ne işin var?”
“Arkadaşının kaybolduğunu duydum. Bıyık Bey’in.”
“Arkadaşım değil fakat kendisinin kaybolduğu doğru.”
“Casuslarımdan haber geldi…”
“Ne?”
“Bak halkımın bu şekilde kaybolup gitmesini izleyemem tamam mı? Bir istihbarat teşkilatı kurdum ve… daha fazlasını söyleyemem. Çok gizli.”
Göz devirdim. “Eee ne diyor casusların?”
“Göbeklitepe Bey, Fıstık Hanım, Paşa Efendi, Koca Göz ve Bıyık Bey… Hepsi aile kurmaya gitmiş.”
“NE?”
“Evet şaşırdığını biliyorum. Sokakta yaşayanlardan böyle hareketler beklemezsin. Fakat doğruyu söylüyorum. Yine de ağzından kaçırma sakın. Çok gizli bilgi!”
Afallamıştım. Bıyık Bey bana haber vermeden aile mi kurmuştu? Hani sonsuza dek bekâr olacaktı? Hani çoluk çocukla uğraşamazdı? Kendimi ihanete uğramış gibi hissediyorum. Arkamı dönüp gittim. Ciddi Palyaço seslendi: “Sakın kimseye söyleme!”
“Ben asla aile kurmayacağım!” dedim kendi kendime. “İnsanlardan, hayvanlardan, hatta tüm canlılardan nefret ediyorum! Hainler!” Önümdeki çöpe güçsüz bir tekme attım. “Hayatımdan öyle memnunum ki! Nereye istersem oraya giderim, ne yapmak istersem onu yaparım ve…”
“Anneeeeeeeeee! Anneeeeee!” diye bağıran kız çocuğu içsel konuşmamı bölmüştü. Beni işaret ederek bağırmaya devam etti. “Anneee! Anneee! Eve götürebilir miyiz?”
“Ne?” dedim gücenmiş bir şekilde.
“Baksana ne kadar tatlı!” Küçük kız bana dönüp gözlerimin içine baktı. Öyle enerjik ve güzel görünüyordu ki... Annesi de bana sevgiyle bakarken bir şeyler fısıldadım. Fakat söylediklerimin hepsi şöyle duyuldu: “Miyav.”